4 Şubat 2010 Perşembe

GIAN MARIA VOLONTE


Tamamen raslantı; elimde kumanda, asabi asabi kanaldan kanala zap yaparken birden karşıma çıktı. 1960-70 hatta 80 li yılların bence tartşılmaz en iyi oyuncularından biri, belki de birincisi… Yalnız İtalya’nın değil, Avrupa’nın en iyi on oyuncusundan biri Gian Maria Volonte.

Uzun uzun yaşam öyküsünü anlatmak değil amacım.1960-70 li yılların, yani İtalyan Sineması’ nın bence altın çağı. Bir bakıma yine bence, Avrupa’nın da politik hareketlilik açısından “altın çağı”!!!
Gençlik hareketlerinin yükseldiği, sol partilerin kıpır kıpır olduğu “68 liler” adlı bir kuşağın dünyaya damgasını vurduğu yıllar. Devrim fikrinin sınırlarının genişlediği, herkesin umutla yeni bir dünya hayalininin peşinde olduğu yıllar. Avrupa’da sinema almış başını gidiyor. İtalyan Sineması’nda “neo realizmo” sonrası birbirinden ilginç birbirinden güzel sıkı politik filmler çıkıyor. EloPetri, FrancescoRosi, Marco Bellocchio,Damiano Damiani İtalyada o yıllarda sinema dedin mi, ilk akla gelenler.Gian Maria Volonte İtalya’nın Laurence Olivier‘i onların vazgecilmezi...
Beni televzyona kilitleyen Damiano Damiani’nin (Italyan Komünist Partsinin kurucularından Palmiro Togliattinin damadi)”Quine Sabe” adlı filmi. Yanılmıyorsam Türkçe “İstiklal Kahramanları” adıyla oynamıştı.
Film Genc Amerikalı bir CIA ajanıyla, bir haydutun (Volonte)“dost”luğunun öyküsüydü...
Gian Maria Volonte’nin oyunculuk dersi sayılacak oyunlarından biri....Klaus Kinski’ nin de rol aldığı film, neredeyse her karesi ile aklıma yer etmiş, özellikle olağanüstü finali...
“La classe operaia va in paradiso”Isci sınıfı cennete gider” Elio Petri’nin tabii ki Volonte ile çektiği filmdeki işçi Lulu Massa karakterini görenlerin unutması ne mümkün.


O yılların sinemasından söz etmemin, nostalji olarak algılanmasını kesinlikle istemem. Ancak özgürlük mücadelesi içinde sanat cok daha yaratıcı oluyor. İçi boşaltılmış “özgürlük” sözcüğü bazen gerçek anlamını kaybediyor. Para’nın egemenligi her yaratıcı fikri biraz törpülüyor şöyle ya da böyle...
Geçenlerde Cem Mansur çok keyifli, heyecan verici konserlerinden birinin konser öncesi sohbetinde (yoksa Stand up mı demeliyim!) söyle bir anektod anlattı:”İtalya tarihi yaklaşık bir mücadele tarihi devamlı baskılara karşı mücadele ile oluşan bir tarih. Orta cağın karanlığı ardından rönensans. !! Dünya sanatına damgasını vurmus yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler, heykeytraslar.
İsviçre tarihi ise pek sakin ! Oradan çıkan ise, “Guguklu Saat”!!! Zengin bir ülke ne de olsa, tuzu kuru sanatla falan pek işi olmuyor.!!!


Demem o ki, paranın hegemonyasında demokrasiden söz etmek pek mümkün degil.
Gian Maria Volonte’den buraya nasıl geldin diyeceksimiz. Inanın kolayca... Sinema, tiyatro oyunculuk gercek gönül veren kafayı takan o islerle ve tabii dünyayla derdi olanlarin işi..
Gian Maria Volonte tam da böyle biriydi. Böyle bir oyuncuydu.
Son derece saçma ve aptalca buldugum “Çağına tanıklık ekmek”le yetinenlerden değildi o. “La Terra Tremadogru anlayanlardandı...
Mauro Bolognini’nin “La vera storia di Margaret Gautier” “Kamelyalı Kadının Gerçek Yaşam Öyküsü” , filminde Margaretin babası,Marco Bellocchio’nun ”Sbatti il mostro il primo Pagina” Canavarın resmini ilk ilk sayfaya koy” daki “demokrat “ kisvesi altında Fasistlerle işbirliği içindeki Gazete yöneticisi ..”Size bir; şeyler çağrıştırıyor mu?”
“ Sakko e Vanzetti “deki Nicola Vanzetti ...”Caso Mattei” deki Mattei.unutulmaz oyunculuk dersleri..
Bir film neler düsündürüyor insana; itiraf etmeliyim ki o dönemin her kendini bilen genç kızı gibi ona ben de biraz aşıktım... Aramızda kalsın olur mu?

Artık konuyu biraz daha bilgilendirme hafıza tazelemelere yöneltelim;
Cinecitta,yani italyanın Hollywood’u 1937de Mussolini nin onayı ile kurulmus.Maksat “Milli sinema”!!!
İtalyan sinemasını dönemlere ayırmak mümkün.”Beyaz Telefon” dönemi. Hollywood gişe filmleri taklidi... Kalitesiz ancak İtalyan sineması üzerinde hâkimiyet kurmuş.
“Cinema” dergisi ki yöneticisi Vittorio Mussolini (evet bildigimiz Mussolininin oğlu)cevresinde sinema yazar ve elestirmenleri ki aralarında Lucchino Visconti,Michelangelo Antonioni, Guıseppe de Santis de var. Ancak onlar bu Telefono Bianco nun egemenligine muhalifler... Bu gişe filmleri yerine, sinemanin, yüzyıl başındaki “gerçekçi” yazarlara yönelmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Dünyada “yeni gerçekcilik”’in gündeme gelmesi 1946de Roberto Rosselin’nin “Roma Citta Aperta”filmiyle oluyor. Savaş sonrası ilk film... Ardından 1948de Visconti’nin Giovanni Verga’nın romanından uyarladıgı “I Malavoglia’sı geliyor.”La terra trema””Yer Sarsılıyor”
adıyla oynayan ünlü film.


Öykünün geçtiği yerde çekilen filmin özelliklerinde biri profesyonel oyuncuların olmayışı, daha ilginci ise bütün diyalogların yöre dialektigi ile olması. Düşünün ki, İtalyanca alt yazı ile oynamıs İtalya’da...
Neorealistlerin Fransız Realizmo Poetico akımından etkilendikleri bir gercek... Nitekim Antonioni olsun, Visconti olsun Jean Renoirla devamlı ortak çalışma içinde olmuşlar. Yenigercekçilik akımının etkileri Fransız “Nouvelle Vague” “Yeni Dalga” akımını derinden etkilemişti, hatta tetiklemişti bile denilebilir. Ayrıca Amerikan Dokümanter film akımında, Polonya Sinema Okulu’nda etkisi büyüktür. Bazı sinemacılara göre, Dogma95 de de etkileri görünür.

Deniz Türkali

Ayşe Arman'ın Deniz Türkali İle Yaptığı Röportaj

Röportaj: Ayşe Arman / Hürriyet Gazetesi - Hürriyet Pazar 27. 01. 2002


20 yaşındaydı, Londra'da tiyatro eğitimi alıyordu Bay Ernesto'ya tosladı. Penceresinin altında gitar çalıp serenat yapan o İtalyan, kızı Zeynep'in babası olacaktı. Deniz Türkali İtalyanca, Bay Ernesto İngilizce ve Türkçe bilmiyordu.

Ne zaman ki Deniz Türkali İtalyanca öğrendi, ayrıldılar. Atıf Yılmaz aile dostlarıydı, 14 yaşından beri tanışırlardı. Yılmaz Abi derken, Atıf Yılmaz sevgili eşi oldu. 20 yıllık beraberliğin sonunda geçenlerde yayınlanan bir röportajla Türk halkı, ayrılmış olduklarını öğrendi. Ve Atıf Yılmaz ‘‘Dönerse zil takıp oynarım’’ diyordu. Gazetecilik zor zanaat, karşındakine ‘‘Peki ne diyorsun?’’ diye sormak gerekiyor. Ama Deniz Türkali de kolay lokma değil, önce röportaj vermek istemedi. Sonra da aşağıda okuyacağınız kadarını anlattı. O sıkı bir oyuncu. Ve tabii ki oyunlarıyla gündeme gelmek istiyor. İlişkileriyle, eski kocalarıyla değil. Eğlenceli bir kadın, farklı bir kadın. O iri mavi gözleriyle insanı hem sımsıcak sarabilir, hem de bir kaşık suda boğabilir. Yakında da meslektaşımız olacak. Açıklamadığı bir yayın organında köşe yazacak. Yine de bir kıyak yapıp, en uzun röportajını benimle yaptı. Bakalım ben yeni oyununu sahnelediğinde onunla röportaj yapacak mıyım?

İnsanın bir gazete röportajıyla, terk ettiği eve davet edilmesi nasıl bir şey? a) Arkadaşlarımın yüzüne bakamadım b) Utanmış gibi yapıp aslında memnun oldum c) Ay bu adam da delirmiş dedim...

Hiçbiri! Bunca oyun oynadım, konser verdim, albüm yaptım, film çektim, hele geçen sene Zelda'yı oynarken ‘‘Ay n'olur bir röportaj yapsınlar’’ diye öldüm. Öldüm ama kimse yüzüme bakmadı! Ve şimdiki manzara: İnsanlar kuyrukta. Komik tabii. Tecavüz kaçınılmazsa, arkana yaslan ve keyif almaya çalış demişler, ben de öyle yapıyorum, eğleniyorum.

Atıf Yılmaz aynı şeyi billboard'la yapsaydı, şehrin her tarafına ‘‘Beni affet Deniz. Eve geri dön!’’ yazdırsaydı, tepkiniz farklı mı olurdu?

Hakikaten bu olup biten bana Japonca gibi geliyor! Algılayamıyorum. Şaka zannediyorum. Bunlar çok mahrem şeyler. Beni ilgilendiren seneye ne oynayacağım. O zaman benimle röportaj yapılacak mı? Oyunum tanıtılacak mı?

Hiç mi romantik bulmadınız?

Sadece eğlenceli. Ama o kadar.

O BENİM YILMAZ ABİMDİ

Yoksa Atıf Yılmaz, aile sırlarınızı ifşa etti diye sinirlendiniz mi?

Aile kavramına, kutsallığına inanmam ki. Zaten çok fazla ‘‘kutsalım’’ yok. Çok da hoş gördüğüm bir kavram değil aile. Ailem, benim seçtiklerim: Dostlarım, arkadaşlarım. Onlarla ilgili de konuşmam. Biri yakınımsa, o yakınlık onunla benim aramdadır. Tartışırım, itişirim, kakışırım ve bunu da sadece bir başka arkadaşıma anlatırım. Gazeteciye anlatmak aklıma dahi gelmez. Zaten kimsenin de ilgisini çekmez diye düşünürüm.

Ama çekti...

Diyorum ya, tuhaf!

Aşkın reklamı olur mu? Reklamla aşk olur mu?

Şimdi, hayatlar reklam, reklamlar hayat! Olur mu diyorsan, oluyor. Ama benim de bünyem bunu kaldırmıyor.

Tam da bunu soruyorum, böyle hissederken, bir sabah, insanın kendisini herşeyin ortasında bulması... Nasıl bir şey?


Hayretler içinde kaldım. Nokta.

Yine de, ‘‘Bana dönerse zil takıp oynarım’’ lafına gülmez mi insan? Bu adamın güldürme yeteneği hep var mıydı?

Atıf Yılmaz mizah duygusu gelişmiş bir adamdır.

Aşk, ilişki, evlilik, ayrılık, birleşme, tiyatrodan daha mı fazla ilgi çekiyor? Ve bu durum, Genco Erkal gibi sizin de mi moralinizi bozuyor?

Moralim bozulacağı kadar bozuldu zaten. Ama geçen sene daha bozuktu. İnsanlar neden oyunuma ilgi göstermedi diye kahroldum. Hani gelirsin beğenmezsin, ‘‘O kadar kötü oynamışsın ki, bu ne rezalet!’’ dersin, ben de tartışırım seninle. Çünkü oyuncuyum ben ve bir mesleğim olduğuna göre, hayatımı değil işimi konuşmak isterim!

Sizce terkettiğiniz eşinizde görülen sendrom neyin göstergesi a) Yetmiş yaş b) Gündeme gelmek c) Çaresizlik d) Bir tür ağız ishali

Hiçbiri. Aslında içten olduğunu düşünüyorum. Yılmaz, röportajda olduğunu düşünmez. Eğlenceli eğlenceli konuşmuştur. Gazetede görünce de dehşete düşmüştür. Öyledir Yılmaz...

Atıf değil Yılmaz deniyor öyle mi?

Eee çünkü o benim Yılmaz Abi'mdi!

O ne demek?

Babamın arkadaşıydı Yılmaz. 14 yaşından beri tanışıyoruz. Her şeyimi bilir. Aile büyüyüğüm sayılır. Ona çok uzun süre Yılmaz Abi dedim. Flört etmeye başladıktan sonra bile. Ağız alışkanlığı işte.

Şebnem İyinam'ın röportajında o kadar hoş şeyler söylemişti ki size dair, başkalarının kadınlık gururu okşanabilirdi...

Ne münasebet! Yılmaz'ın beni çok sevdiğini ben zaten biliyorum. Bunu bir de gazeteden okumam mı icap ediyordu?

Uzun evliliklerde ne oluyor? İlişki neye dönüşüyor?

Annem babamdan 50 yıllık evlilikten sonra boşandı. Aşkın bittiği gerekçesiyle. Genellemelerden hoşlanmam ama şöyle bir gözlemim var: Kadınlar daha cesur. Hayatlarını, yalnız başlarına, çok daha rahat sürdürüyorlar. Erkekler için zor. Yalnızlık onları korkutuyor. Ayrılabilmek için başka bir kadına aşık olmaları gerekiyor. Yaşamını tek başına sürdürmek için ayrılan erkek sayısı az...

Sizce Deniz Türkali nasıl tanınıyor? a) Atıf Yılmaz'ın karısı b) Vedat Türkali'nin kızı c) Nevi şahsına münhasır bir oyuncu.

Birinin kızı, birinin karısı olarak değil, bir oyuncu olarak tanındım. Buna çok dikkat ettim. Pek çok insan Yılmaz'la evli olduğumuzu bile bilmiyordu. Hatta, aramızda yirmi yaş fark olduğu için beni onun kızın zannedenler bile olurdu.

Çok flörtçü bir adamla evli olmak nasıl bir duygu? Siz de öyle misiniz?

Flörtten ne anladığınıza bağlı! Rahmetli Mina Urgan bana ‘‘Fingirdeksin kızım!’’ derdi. Ben sadece erkeklerle değil, hayatla flört ediyorum.

O nasıl oluyor?

Hayata karşı kışkırtıcı olmak, hayatın seni kışkırtmasına izin vermek, açık olmak, meraklı olmak, düş kurmak, düşlerini aramak... Hayatımın en büyük aşklarından birini, itiraf ediyorum ki, kedilerimle yaşıyorum. Biliyorum, bu kedi muhabbeti iyice baydı artık, her konuşan kedisine, köpeğine aşık, ama n'apim öyle, on yıldır Fıstık adlı bir kedim var, ölüyoruz birbirimize. Onunla yaşadığım dargınlıkları, küskünlükleri, barışmaları, bir anlatsam... Hakikaten aşk! Ondan söz ederek ağzımın suyu akıyor, dişlerim kamaşıyor. Bu da hayatla flörtün bir parçası işte. İnsan merkezli dünya beni delirtiyor. Bütün kış düşünü kurduğum Bozcaada'ya gidiyorum yazın. Işıkların olmadığı bir yerde yemek yiyoruz. Sonra denize giriyoruz. O yakamozlar... O yakamozlar mı yıldız, sen mi yıldızların içinde yüzüyorsun? O zaman ‘‘Bu nasıl büyük bir şans’’ diyorum kendi kendime ‘‘Burada olmak, yaşamak, hayatla flört etmek...’’

NEFRET EDERİM STATÜKODAN

Yirmi küsur yıldan sonra boşanmaktan korkanın kadın olması gerekirken, siz neden toplumun dengesini bozuyorsunuz?

Toplumun dengeleri bozulmak için var! Bir de neden yirmi küsür yıldan sonra boşanılmayacakmış! Gençlerde tuhaf bir yanılgı var: Kendilerinden büyüklerin hakları yavaş yavaş geriye alınmalı. Onların aşık olmaması gerekiyor, onların boşanmaması gerekiyor. Yok ya! Nefret ederim satükodan!

İyi de başka birine aşık olabilecek miyim diye korkmaz mı insan?

Bunun hesabı yapılmaz ki! Başkasına aşık olabilecek miyim olamayacak mıyım? Statükoyu bozabilecek miyim bozmayacak mıyım?

Toplumsal tepkilerden hiç korkmaz mısınız?

Valla hatırlamıyorum korktuğumu. Ama tabii hapse girmek, işkence görmek istediğimi söyleyemem. Ama benim de ayıp kavramlarım var.

Ne onlar?

Mesela özel hayatımın uluorta konuşulması çok ayıp geliyor. Hakikaten utanıyorum. Ama hayatım zaten başkaları adına utanmakla geçti! Çok kötü bir oyuncuyu seyrederken de utanırım. Mahvolurum. İnşallah, ona baktığımı görmemiştir diye başka tarafa bakmaya çalışırım.

NE ZAMAN MI ZİL TAKACAĞIM

Artık korktuğunuz ne kaldı? Başarısızlık, ilgisizlik, aç ya da açıkta kalmak, geleceksiz olmak...

Öyle korkularım yok benim. Beni korkutan dünyanın hali. Açlık grevlerinde ölen arkadaşlarım, onları tanımıyorum ama hepsi arkadaşım. İnsanlara ve hayvanlara yapılan zulüm beni korkutuyor. Kedime bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Bir de tabii bir gün oyun oynayamayacak hale gelmek. Sesimi kaybetmek. Görememek. Hep önlem alıyorum bu yüzden: Kötürüm olursam şarkı söylerim, gözlerim kör olursa kör alfabesi öğrenirim gibi!

Kızınıza verdiğiniz en önemli öğüt nedir?

Eğitime inananlardan değilim. Benim için önemli olan adalet duygusunun olması. Kızım Zeynep'e de onun kızı Ceren'e de anlattığım budur. Onların sorduğu her soruya, ‘‘Ben böyle düşünüyorum, ama başkaları farklı düşünebilir, siz kendi doğrularınızı kendiniz bulacaksınız’’ diye cevap veririm. Benim hayatımda zaten onaylamadığım otoriteler var. Dolayısıyla ben kimsenin hayatında otorite olmak istemem. Çocuklara güven aşılamak önemli. Ama bu da öğretilecek şeyler değil, birlikte yaşanılarak ediliniyor.

Peki bir çocuk şunu bilmek istemez mi, arkadaş değiliz sadece, o aynı zamanda benim annem!

Doğru. Böyle bir hata yaptım ben. Kızım beni hala arkadaşı zannediyor. Üstelik Ceren de öyle zannediyor. İkisi de farkında değil, birinin annesi ötekinin anneannesiyim! Bu sözcük de hiç hoşuma gitmiyor!

Son soru: Atıf Yılmaz ne yaparsa siz zil takıp oynarsınız?

Çok güzel bir film çekerse... Neden olmasın, zil takıp oynarım!


TÜRKİYE'NİN MRS. ROBİNSON'U OLACAK

Önceki oyunlarıyla medyanın ilgisini çekememekten şikayet eden Deniz Türkali, yeni projesiyle sadece medyanın değil herkesin ilgisini çekmeyi başaracak. 60'ların kült filmi ‘‘The Graduate’’, yeni mezun genç bir öğrenciyle olgun ve deneyimli bir kadının ilişkisini anlatıyor. Geçtiğimiz yıllarda ünlü isimler tarafından tiyatroya da uyarlandı. Şimdi de Deniz Türkali, Kathleen Turner'ın oynadığı bu iddialı rolle Türk izleyicisinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Yeni mezun gencin rolünü Ozan Güven'e teklif etmiş. Onu yetenekli ve hoş buluyor. Tek derdi oyun sahneleninceye kadar Ozan'ın yaşlanmaması..!

DENİZ’İN VASİYETİDİR


Açıklamak istiyorum ki, uygulamaya mecbur kalsınlar! Hem insan bir kere ölüyor: Girit Adası'na götürüleceğim. Orada bir sal hazırlanacak. Salın üzerine yatırılacağım. Üzerimde beyaz bir elbise olacak. Yüzüm açık kalacak. Her tarafımda çiçekler. Üzerime içkiler dökülecek. Ve sal denize itilecek. Derken herkes elindeki ateşli okları fırlatacak. Ve ben denizin ortasında yanmaya başlayacağım... Bu bir film sahnesi aslında. Ama benim vasiyetim olmasında da bir sakınca yok!

YUNAN SİNAMASI / Deniz Türkali'den Sinema Üzerine




Gavras, Angelopulos, Teodoraki,s Irene Papas falan…

Babam hapisten çıkmış. Yesilçam’ın ünlü ''hoca”sı olmuştu, ben herhalde 14 yaşlarındaydım. Dünyalar kadar sevdiğim büyükbabam bize gelmisti. 80’ine yakındı. Beni sık sık sinemaya götürür ve her öpüşme sahnesinde “baska iş yoktur !!!”diye, küçümser beni güldürürdü. Büyükbabamın anneanneme aşık olması ve nice zorluklarla ancak 12 yıl sonra evlenebilip ama zifaf gecesi nedendir bilinmez, yatağa girer girmez uyumuş olması bizi eğlendiren hikayelerdendi. Kendisine neden böyle yaptığı sorulunca “acelesi yoktur” demesi ise ayrı bir eğlence konusuydu. Büyükbabam doktordu; iyi bir cerrahtı ve benim dünyada en sevdiğim kisiydi…Konusmayı söktükten sona (yaklaşık 9 aylıkken!) bütün “anneee” diye ağlayan çocuklara inat “büybabaaa “diye ağlamam herkesce şaşkınlık ve biraz da kıskançlıkla anlatılır…



Başa dönersek ,yani büyükbabamın bize geldigi o güne … Kapı çalındı ve Metin Erksan geldi.Niçin babam ortada yoktu, hatırlamıyorum ancak Metim Erksanı, babam gelinceye kadar ağırlamak bana düşmüştü, kahve pişirmeye gittim. Dönüşte Metin’in heyecan içinde büyükbabama “Kakoyanis (Cacoyannis)“adlı bir yönetmeni anlattığını , büyükbabamın da onu büyük bir ciddiyetle dinleyip onayladığını gördüm.. Amerikan sinemasından başka sinema bilmeyen ben ilk defa Yunanistanda da sinema oldugunu ögreniyordum.Büyükbabamın ise nezaketen mi yoksa (hiç sanmıyorum ama) gerçekten Kakoyanis’I bildiginden mi bu derin sohbetin bir parçası olduğunu hiç ögrenemedim.
Daha sonra Yunanistanın Filiz Akın’ı AlikiVuyuklaki filmleri gelmeye basladı. Türkiye’ye ama ben artık sinemayı farklı (!) değerlendirmeye baslamış, tabii ki o Aliki Vuyuklaki filmlerini küçümsemeye başlamıştım bile!!!!(Nice sonra Aliki Vuyuklaki’nin ne kadar önemli bir tiyatrocu ve solcu ve hatta Komünist olduğunu ögrenecek ve yüzüm yerlere geçecekti !!!)

Yunan sinemasını yazarken bu sefer her zaman yaptığım gibi uzun uzun sinema tarihi kuruluşu gibi ansiklopedik bilgiler yerine, bu sinemanin benim açımdan etkilerini ve sırası gelsin gelmesin uçuşan çağrışımlarından söz etmek istiyorum.

Costa Gavras’la baslayalım. Benim Gavras Sinemasıyla tanışmam “Z” yani “Ölümsüz” filmiyle oldu. 1969 yapımı bu film Grigoris Lambrakis adlı solcu bir politikacının (Yves Montand) ölümünü araştıran bir yargıcın devlet görevlileri tarafından nasıl engellenmeye çalışıldığının hikayesidir. (Birden bu anlatımın “Z” filmini, hiç de ifade etmediğini fark ettim. Ancak bir film yalnız hikayeden ibaret değildir, bildiğiniz gibi…)
Film Albaylar Cuntasi döneminde çekilmiş ve aynı yıl “En İyi Yabanci Film “ Oscar’ı almıştı.

Gavras daha sonra “L’Aveu” “Itiraf”, filmini çekti. Yıl 1970, yani Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakyayı işgalinden iki yıl sonra …Stalin döneminin baskıcı uygulamalarını anlatan bu filmed, yine Yves Montand oynuyordu. Gavras belki de ünlü Fransiz Sinema okulu IDHEC’e gitmeden önce okuduğu hukuk nedeniyle ya da babasının tescilli komunist olması nedeniyle “adalet “meselesini takıntı etmiş bir yönetmen (benim favorilerimden biri de O dur.) Nitekim daha sonra çektigi “Sıkıyönetim” “State of Siege”. Uruguayda baskıcı hükumetle işbirliği içinde olan işkenceci Don Mitrion la birlikte Tupamaros’ca kaçırılan Amerikan Sefirini, yine Yves Montand oynayacak ve adalet yine sorgulanacaktı…Yıl1973… “Missing” “Kayıp” adli film de Silide darbeden sonra oğlunu arayan babanın “Jack Lemmon” ve kayıp oğlanın karısı “Sissy Spacek” in öyküsü yine “adalet” sorgulaması içerir.Bu film Cannes de “Yılmaz Güney’in senaryosunu yazıp :Serif Gören’in çektiği “Yol” filmiyle birlikte Altın Palmiye almış, aynı yıl en iyi adaptasyon Oscarı da yine “Missing “”Kayıp” filminin olmuştu. Gavras, politik filmlerin yanısıra savaş filmleri yaparken kara mizahı sık sık kullanıyor, olayları gerilim atmosferinde vermeyi büyük bir başarı ile sürdürüyordu.Gavras zaman zaman kendi yaşadıklarından da çıkarak dünyayı, gizli tutulmaya calısılan olaylara fokuslamayi, ozüne uygun bir sinema diliyle aktarmayı basariyordu.

Politik sinemadan söz etmisken; şunu unutmamak gerekiyor ;politik filmlerin dili, estetigi birbiriyle en ufak bir benzerlik taşımıyor. Eğer bir örnek vermek gerekirse; bence en carpıc örnek Gavras ve Angelopulos arasında belirginleşir. Angelopulos’un sineması da politik sinema iken, dilleri ve anlattıkları hikayeler birbiriyle kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Angelopulos’un flmleri “Gezgin Oyuncular”(Travelling Players) “Avcı”(The hunters), “Ulysesse’ Gaze”(Ullysse’in Bakisi) sinema diliyle tamamiyle kendine özgü bir ifade tarzı vardır.(Biliyorum, Angelopulos' dan bu kadar az söz etmek ayıp, ama ben Gavrasciyim!!!) Başka zaman artık…



Yunan kültürünün herhangi bir disiplininden söz etmeye kalktığınızda, Teodorakis mutlak surette karşınıza çıkacaktır. Gavras’ın yukarıda sözünü ettiğim ünlü “Z” (Ölümsüz ) filminin müziklerini bilmeyenimiz yoktur..Direniş şarkıları , Albaylar Cuntası sırasında sürgünde yazdıgı sarkılar, Direnis Günlügü adlı kitabı…Başta demin sözünü ettigim “Z” “Ölümsüz “olmak üzere 12 film müzigi yaptı. ”Zorba” (Zorba the Greek) ,”Serpico” Sidney Lumet’in çektigi, Al Pacino’nun oynadığı ünlü film, bunlardan birkacı…




Başlıkta adını saydığım oyuncu Irene Papas yine benim favori oyuncularımdan. Son derece dramatik (ve tabii Elenik ) bir yüz yapısına sahip olan Irene Papas’I “Z” de “Zorba”’da , Elektra’ da görenlerin unutmasına imkan yok. Uluslararası üne kavusmasını Elia Kazan ile tanısmasına borçlu oldugu söylenir. Ama ona asıl ününü, “1961 de çektigi “Navaron’nun Topları “ filmindeki direnisçi kız Maria Pappadimos getirmisti. Eski Yunan Tragedyalarının vazgeçilmez oyuncusu, baktığınız zaman yüzünde kimi zaman Antigone’yi kimi zaman Elektra’yı, kimi zaman Medea’yı görebileceğiniz bu kadın, benim hayatta gördüğüm en dramatik, en çarpıcı ifadesi olan oyunculardan hatta kadınlardan biri. Pardon biri değil, en çarpıcı ifadesi olan oyuncu.


Yunan Sinemasından sözederken kücük ve komik ( yani bence komik ) bir hikayemi anlatmadan gecemiyecegim. Drama’da “Uluslararsı Kısa Metraj Filmler Festiiiivali”ne gimistik. Yunanlı genc bir arkadasımızın filmi de yarısıyordu.Filmler sabah sanırım 09.00 da gösterilmeye baslıyor gece 24.00 kadar aralıksız devam ediyordu.Akıl almaz bir sey..Hangi jüri nasil onca filmden ne anlıyordu bilmiyoru.m. Ama bitmedi… Yıl 2001 di..Inanmazsınız onca saat o salon tıklım tıkıs doluyordu ama nasıl? Bir :hiç kimse oturup da sessizce film seyretmiyordu.salonda cep telefonları devamlı calıyor,insanlar ya avaz avaz bagırarak konusuyor, yada yine bagıra cagıra dısarda konusmak üzere yerlerinden fırlıyorlardı.
Dereceye giremeyen arkadasımızı “Bu kosullarda film seyreden juri’ninasla saglıklı bir karar veremeyecegini söyliyerek teselli etmeye calıstık. Ama bu konuda pek basarılı oldugumuz da söylenemez.
Haa bu arada yukarda söylemeyi unuttum.; Irene Papas’ın Marlon Brando’la ask yasadıgını biliyor muydunuz!!!!!!

Deniz Türkali

Deniz Türkali ve Atıf Yılmaz Evlendi