16 Mart 2010 Salı

Deniz Türkali'nin Albümünden


Deniz Türkali eşi Atıf Yılmaz ve çok yakın dostu Türkan Şoray ile...

İSKANDİNAV SİNEMASI



Martha Toren adı, kaç kisiye bir sey ifade eder? Ben küüüüçücük bir kız çocuğu iken, annemle Puccini’nin hayatı üzerine bir filme gitmistik. Filmin adı da yanılmıyorsam, Puccini idi. Puccini’nin karısı Elvira rolünde ise, İsveçli oyuncu Martha Toren oynuyordu. Şimdi siz diyeceksiniz “eeee???” Ama … filmi seyreden herkes bana sonradan “iste! Deniz büyüyünce, aynı bu Martha Toren’e benzeyecek” deyip beni fevkalade sevindirmislerdi .Küüüüçüklüğümden bu yana tabii ki bu adı hiç unutmadım. Umarım Sebnem, sevabına onun bir fotoğrafını (en güzel olanını tabii ki…) bulup benim yanıma koyar !!!!
Şimdi tabii siz hala “eee??? “demeye devam ediyorsunuz, yani şunu demek istiyorum. ! İskandinav sineması dedik de aklıma geldi!!! Canım Martha Toren İsvecli ya….
Şimdi; ilginç bulacağınızı düşündüğüm bir şeyle başlamak istiyorum. Dünyadaki ilk Film Prodüksiyon şirketi, 1906’ da Kopenhag’da kurulan Nordisk Film Kompagni imis…
1910da Kosmorama’nın (ki o da bir prodüksiyon şirketi)“The Abyss” filmiyle Asta Nielsen dünyaca ünlü bir yıldız olunca, aynı yolu izleyip erotik melodramalar çekmeye başlamıs Nordiks de...(Bu tabii ki bildiginiz gibi sessiz sinema dönemi…) bu dönem Danimarka sinemasının en çarpıcı örneği 1913 de Benjamin Chiristensen’in yönettiği ‘The Mystarious X’ ile 1915 de çektiği ‘Night of Revenge’ filmleridir.
İsveç sinemasını uluslararası pazara taşıyanlar ise, Victor Sjöstrom ile Mauritz Stiller olmuştu. Özellikle Stiller’in sinemaya uyarladığı “Gösta Berling’s SagaGreta Garbo’nun uluslararası sinema piyasasında tanınmasına neden olmuştu.
Sessiz sinema döneminde Finlandya ve Norveç sinemaları büyük ölçüde iç pazarlarından dışarı çıkamamışlardı.
Ses, sinemaya girince yani sinema “ses”lenince birçok ülke gibi İskandinav sineması da iç pazara odaklanmak zorunda kaldı. İsveç’de Gustaf Molender’in 1936’da çektiği “Intermezzo”filmi yeni bir dünya yıldızı’nın doğuşunu müjdeliyordu, bu genç yıldızın adı Ingrid Bergman dı…
Danimarka sineması müzikal komedilere yönelmiş ve Margaret Vilby bu filmlerin yıldızı olmuştu.
Savas sonrası Alf Sjöberg (ki iki kez Cannes Film Festvali’nde büyük ödülleri almıştı.1946’da “Torment“1951de “Miss Julie” filmleriyle)
ve Ingmar Bergman İsveç sinemasını biçimlendirmeye ve 2.Dünya savaşında tarafsız duran ülkenin endişe ve gerilimini anlatan konulara eğilmeye başladılar.
Danimarka sineması savaş sonrası kaçınılmaz olarak direniş hareketini ve işgal sırası politikacıların tutumunu ağır biçimde eleştiren filmler yaptı. Bu filmlerin en iyi örneği Theodor Christen’in 1946’da çektiği “Freedom is at Stake” dir.Yine aynı yıllarda Finlandiya sinemasının temsilcisi yalnız iç pazara yönelik filmler çeken Nyrky Tapiovaara ve Edvin Laine idi.
Popüler sinema 1950’ lerde de “kaçıs sineması” denilen türün içinde kaldı.
1960’lara gelindiğinde yeni kuşak sinemacılarda, Fransız “yeni dalga “akımının etkileri görülmeye başladı.
Palle Kjaerulff-Schmidt doğaçlama tarzı filmler çekmeye başladılar.1962’de aynı yönetmenin çektiği “Weekend” bu filmlerin en belirgin örneklerindendir.
Aynı süreçte Henning Clarsen ve Theodor Chiristensen işlere politik tavırlarını yansıtmaya başladılar.
İsveç’de ve Danimarka’da açılan yeni sinema okulları piyasaya taze kan gelmesini sağlamaya başladı.
İsveç’de Bo Widenberg, Vilgot Sjnöman, Jonas Cornell, Jan Torell uluslararası sinema platformuna çıktılar.Jan Torell 1971’de çektigi “The Emigrants” ve 1972de “Unto a Good Land” filmleriyle Liv Ullmann’ı dünya sinemasına armağan etti.
1980’ lerde artık İskandinav Sineması, dünyaya açılmıs bir çok filme ortak yapımcı olmaya baslamıştı.
Bu çok genel tanıtımdan sonra bir iki konuya daha yakından bakmak gerekir diye, düşünüyorum. Bunlardan biri Ingmar Bergman: Dünya sinemasına ciddi boyutta damgasını vurmuş bir sinemacı. Uzun uzun filmlerinin adlarını sıralamak yerine yaptığı filmlerin, yaptığı döneme nasıl damgasını vurduguna dikkat çekmek isterim, bir de “Kadın Filmleri” nin hiç de kadın yönetmenlere has bir şey olmadığının en iyi kanıtlarından biri olduğuna…
Bergman savaş sonrası toplumun bunalımlarını bireyler üzerindeki etkisini (o yıllar İsveç intihar olaylarının en yüksek olduğu ülke idi)
Daha sonraki yıllarda kadınlardır konusu.Kadınları sever,merak eder,kadınlardan yanadır hep tavrı…
Sinema dilini durmadan arayarak yeni ve farklı diller geliştirerek, anlatacağı her filmin uslubunu tam da anlatacağı ile örtüştürerek ama kendi tavrından hiç uzaklaşmadan bıraktığı miras, dünya sinemasının en büyük kazançlarından biridir.Gerçek bir yakın plan ustası olan Bergman’nın unutulmaz filmlerinden birkaçını saymadan geçemeyeceğim.“Sessizlik”,”Yaban Çilekleri”.Yedinci Mühür “Fanny ve Alexander”, “Persona”,”Bir Evlilikten Manzaralar”…
İkinci yakından bakmak istediğim konu ise, haliyle “dogma”ve Lars Von Trier
Lars Von Trier’in birçok fobisi olduğu bilinir, başta uçuş korkusu… Kendisi bu halini şöyle açıklıyor.”Aslında herşeyden korkuyorum. Korkmadığım tek şey film çekmek!”
Dogma 95 Amerikan sinemasının hegemonyasına karşı yapılmış bir avangard sinema akımı. Bu akımın yaratıcıları Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring.
1998’ den bu yana, Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde bu yöntemle çekilmis yaklasık 80den fazla film var.Dogmanın kurallarından bazılarını sıralamakta yarar var:Film şimdi ve burada geçmelidir.
Stüdyo çekimleri yapılmaz. Sahne donanımı ve setler dışarı taşınmalıdır
Kamera el kamerası olmalıdır.
Film renkli olmalıdır, özel ışıklandırma kullanılmaz.
Optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
Film gelişigüzel aksiyonlar içermemelidir,öldürme, silahlar vs. asla bulunmamalıdır.
Tür filmleri kabul edilemez
Film formatı 35 mm olmalıdır.
Yönetmen jenerikte belirtilmemelidir.

Benim anladığım; bu yöntemle film çekmekten korkmayan hiçbir seyden korkmaz!!
Ben yine bayıldığım filmlerini sıralayıp lafı bağlıyayım.Sinema mevsimi geldi de geçiyor!!! Sinemasız kalmayın …

Breaking the Waves
Danser in the Dark
Idiots
The Kingdom
Dogville

Deniz Türkali

9 Mart 2010 Salı

Seni çektiğim filmlerden çok seviyorum derdi


Yaşam ve ölüm. Hiç vazgeçmeden sevmek ve terk etmek zorunluluğu: Çok ağır. Üstelik sevgisini sonsuz sunmayı 'yaşamak' olarak kabul eden bir kadın için, kaybetmek çok ağır olmalı... Belki de bu yüzden hiç konuşmadı, konuşamadı. 14 yaşında tanıdığı, uzun yıllar 'ağabey' dediği, yıllar sonra karşılaşıp âşık olduğu ve 32 yıl birlikte yaşadığı Atıf Yılmaz'ı kaybettiği günden bu yana, hep sustu. 5 Mayıs'ta gidişinin ikinci yılı olacak. Deniz Türkali için Yılmaz, belki fiziksel olarak yok ama aslında hep yanında. "Hani kolun kesildiği zaman onun ağrısını hissedermişsin. Aslında yok ama ağrıyı hissediyorsun, böyle bir şey," diyor. Deniz Türkali evliliğinde hiçbir zaman alyans takmamış ama Atıf Yılmaz gittiği gün, onun parmağından alyansını çıkarıp kendi parmağına geçirmiş. Birkaç kez çıkarmak istemiş, çıkaramamış. "İnançları vardır insanların. Meleklere inanırlar, şeytana inanırlar... Ben de buna inanıyorum. Benim için Yılmaz var! Galiba Yılmaz'ın gitmiş olduğuna ikna olmadım. Çünkü öyle hissettiğim anda 'yaşama imkânı yok' diye düşünüyorum. 30 yıl sonra sevdiğin erkek, ya da kadın elini tuttuğunda için titriyorsa, aşk devam ediyordur. Yılmaz'da bu hiç bitmedi ki... Hâlâ da bitmedi..." diyor.

Asansördeydik. O sırada aklımdan sadece şu cümle geçiyordu: "Tanrım, Atıf Yılmaz ile öpüşüyorum." Pardon, "Tanrım, Yılmaz Ağabey ile öpüşüyorum."

Aşk, aklı başında insanın deli hali. Aşk denilen şeyin her zaman harlı olabilmesi için de senin bunu üflemen lazım.

Yılmaz çocukluğumdan beri çapkın bir erkekti. Benimle evlendi diye başka biri mi olacaktı? Hayır.

Nikâha gideceğimiz gece, sabaha kadar ağladım. "Artık kocam olacaksın, sevgilim olmayacaksın, en yakın arkadaşım olmayacaksın," diye. O da söz verdi: "Söz veriyorum, kocan olmayacağım."

Yılmaz yalan söylemeyi hiç beceremezdi. O kadar beceriksizce yalan söylerdi ki her seferinde yakalanırdı.


Kaç sene birlikte yaşadınız?

32 yıl.

Onunla tanıştığınızda çok gençtiniz değil mi?

14 yaşımdaydım. Babamın arkadaşıydı. 'Yılmaz Ağabey,' diyordum. Hatta evlendikten bir yıl sonra bile devam etti bu ağabey sözü. Yıllar sonra, 1974'te flört etmeye başladık. Onu tanıdığımda Nur (Nurhan Nur) ile evliydi. Sonra ben İngiltere'ye, oradan da İtalya'ya gittim. Türkiye'ye döndükten sonra karşılaştık tekrar. Ben o zamanlar anne-babamla kalıyordum. Babam çağırdı, "Yılmaz Ağabeyin gelecek, sen de gel," diye. Orada karşılaştık, sohbet ettik... Yaşam hazlarımız, hayatı algılayışımız belki birbirimizi çekti. Benim için çok çok büyüktü yaşı. Özel bir kişiliği vardı. Aslında biliyor musunuz, dünyada en çok sevdiğim kişi büyükbabamdı. Hani 'anne anne' diye ağlar ya çocuklar, ben 'büyükbaba' diye ağlarmışım. Yılmaz'la beraber olmaya başladıktan sonra, rüyamda hep ikisi birbirlerinin yerine geçerdi. Yılmaz'ın elini tuttuğum zaman büyükbabamın elini tutuyorum hissini veriyordu. Bu herhalde çok sevdiğiniz zaman oluyor. Tıpkı bir melek gibi. Gittikten sonra daha çok fark ettim ki beni koruyormuş hayata karşı. Tek taraflı değil, herhalde benim de onu koruduğum şeyler vardı. Konuşması, açık olması, dinlemesini bilmesi beni etkilemişti. Hayatına giren kadınların yüzde 90'ı da bunu söyler. Yani arkadaşları, sevgilileri veya dostları. Dinlemesini çok iyi bilen bir insandı. Bu önemli; çünkü erkekler genelde dinlemeyi çok sevmez. Dinledikçe kendisi de değişti.

Nasıl değişti?

Aslında hep yaşam doluydu. Son anına kadar. Ama şu değişti, insan hayatına bakışı, dünyaya bakışı, kadın-erkek ilişkilerine bakışı son dönemde inanılmaz törpülendi. Törpülenmeyen yönlerinde de "Haklısın ama bu kadar," derdi. Gördüğüm en genç erkek oydu benim için.

Siz Atıf Yılmaz'da neleri değiştirdiğinizi düşünüyorsunuz?

Önceleri çok fazla konuşmazdı. Bütün bir gün surat asmaya başlardı. "Ne var?", "Bir şey yok." 'Bir şey var' anlamam lazım. Ben konuşan bir insanım. En başlarda zordu çok. Sonra bunu konuştum ben Yılmaz'la. "Böyle devam edemem," diye. Konuşmazsan, böyle "Bir şey yok," deyip 10 gün surat asabilirdi. Sonra konuşmaya başladık. Her türlü konuda. Yılmaz da aslında içine kapanık bir insandı. Gerçek sorun olduğu zaman onunla yüzleşmekten biraz korkardı. Diyelim ki bana, bir şeye kızdı. O zaman konuşmamayı tercih ederdi.

Neydi o gerçek sorunlar?
Sanıyorum ki yapısaldı. Aslında o kapalı kişiliğin altında ince, gelişmiş bir mizah duygusu vardı. Yılmaz çok güldürürdü. Bana çok etkisi olmuştur o halinin. Hep onu derdim Yılmaz'a: "Aslında sen böylesin, bu halini filmlerine yansıtsan, Woody Allen gibi filmler yaparsın."

Aranızda aslında bir kuşak farkı var.

Benden 18 yaş büyüktü. Ama dediğim gibi Yılmaz, o kuşak farkını çok çabuk aştı. Yılmaz, vefatından üç ay öncesine kadar sabaha kadar dans ediyordu. Yani dinamik bir insandı, fiziksel olarak da, zihinsel olarak da. Nitekim yer yer kadın filmleri yapmasında bunların büyük etken olduğunu düşünüyorum. Ben de bunlardan çok etkilendim.

Yılmaz Ağabey'den Yılmaz Koca'ya...


Bu iş nasıl Yılmaz Ağabey'den Yılmaz Koca'ya dönüştü
Yılmaz Ağabeyim bir gün Milliyet Yayınları'na geldi. Ayşe'den (Şasa) ayrılmak üzereydi. O sırada ben Milliyet Yayınları'ndaydım. Sophia Loren'le Carlo Ponti Türkiye'ye geldi ve beni apar topar havalimanına gönderdiler. Ertesi gün benim onlarla birlikte fotoğrafım çıktı. Ben de o zaman gazetecilik falan bilmiyorum. Söylediklerimi yazdı bir arkadaş, altına da benim imzamı attılar. İşte o zaman orada fotoğrafımı görmüş. Beğendiği bir kadınmışım ama denk düşmemişiz. Zaten nasıl denk düşeceğiz. O her zaman evliydi, ben bambaşka yerlerdeydim. Ve hiç düşünmedim zaten böyle bir şeyi. Sonra eve gelmeye başladı. "Ayşe'den ayrıldım, bana bir arkadaşını bulsana," dedi. Ben de demişim ki o sırada, "Aman Yılmaz Ağabey bulamam, ben kendime birini arıyorum." Babam da hatta "Evladım, ne biçim konuştun," diye uyarmıştı beni. Aklımın ucundan bile geçmiyor. Konuşuyoruz. Sonra bir akşam üstü beraber içmeye gittik. Ama bu gizli saklı bir şey değil. Onunla konuşmaktan çok hoşlanıyorum. Sonra yine bir gün, Park Otel vardı, Gümüşsuyu'nda ki, orada buluştuk. Bana bir karton Dunhill aldı. Arada söylerdi, "Bir Dunhill'e gittin," diye. Sonra arabaya bindik. "Ben," dedi "senin sevgilim olmanı istiyorum." Ben de, "Yılmaz Ağabey, böyle bir şey teklifle ya da istiyorum demekle olmaz," dedim ama kafamda bir şey oldu. Kendimde değilim. O sırada bir sürü sevgilim var zaten, idare edemiyorum. Ama Yılmaz olunca, öyle bir sürü sevgili gibi olmayacağı belli. Gerçekten şaşırdım. Onu aramadım. İki gün sonra beni aradı. Yemeğe çıktık. Ne olduysa orada oldu. Bana dünyanın, sonradan dalga geçtiğim en edebi cümlesini kurdu. "Güneş gözlerinde batıyor," dedi. Köprü altında. Hayatımda ilk defa rakı içtim. Dolmabahçe'ye kadar taksi şoförü götürdü. Hiçbir şey konuşmadık. Sonra "Gayrettepe," dedi. Asansöre bindik. Beni öpmeye başladı. O sırada aklımdan sadece şu cümle geçiyordu "Tanrım Atıf Yılmaz ile öpüşüyorum." Pardon, "Tanrım, Yılmaz Ağabey ile öpüşüyorum."

Ne zaman evlendiniz?
12 sene sonra. Tutkuyla başladı. Çok âşık oldum, çok. 30 sene içerisinde iki kere daha âşık oldum, ama hiçbir zaman Yılmaz'dan birisi için ayrılmayı düşünmedim. Yalan söylemeyi hiç beceremezdi. O kadar beceriksizce yalan söylerdi ki her seferinde yakalanırdı. Ben de bu mantığı anlamazdım. Doğruyu söylediği zaman bir tepki göstermezdim ki. Öfkem şuydu: Benim beraberliğim yalan üzerine kurulmuyor. Birbirimize aşağı yukarı her şeyi söylüyoruz. Nihayet insanın kendine ait özelleri elbette ki vardır. Ama biz çok seviyoruz birbirimizi. Dolayısıyla bu, birbirimiz üzerine ipotek koymamıza gerek bırakmıyor. Yani o 12 yıl ile evlendikten sonraki süre arasında benim için fark yok. Tam aksine Zeynep'in de varlığı beni özgürleştirdi. Hiçbir zaman o ilişkiler benim üzerimde baskı olmadı. Çünkü özgürlük ve kadın olma halini çok düşündüm. Mesela biliyorum ki annelik; kayıtsız şartsız sevgidir ama bu çocuğunun üzerinde baskı kurmanı, ya da hayatını durdurmanı engellemez. Zeynep de belki o yönden kızıyor bana. Çok genç yaşta onu özgür bıraktım.

Kaç yaşındaydı Zeynep evlendiğinizde?
14. Ama ben Yılmaz'ı Zeynep'in babası yerine koymayı istemedim. Biz üç tane bağımsız insanız, bir arada yaşıyoruz, birbirimizi seviyoruz, kavga ediyoruz, ama herkesin bir hayatı var. Köprü, sevgimiz.

Babanız ne dedi peki bu ilişkiye?

Ooo... Babam sekiz yıl küs kaldı, ama sonra düzeldi. Hatta geçenlerde bana dedi ki: "Hayatında yaptığın en doğru iş Atıf Yılmaz ile evlenmek." Hele Yılmaz gittikten sonra çok şey değişti. Geçenlerde Zeynep'e "Gene kavga ediyorum Yılmaz ile ama cevap vermiyor," dedim. Zeynep dedi ki: "Anne sen üzülme, o varken de cevap vermiyordu. Sen kendi kendine bağırıyordun."

Size nasıl hitap ederdi?

Fıstık... Yılmaz, aslen bir stardı. Yani yönetmen olarak da. Bana hep sorarlardı: "Neden star olmadın?" Yılmaz'la konuştuklarımdan da çok etkilendiğim için star olmak istemedim.

O da mı istemedi?
Hayır, öyle bir konuşma geçmedi aramızda. İkimiz de işimizi yapmayı seviyorduk. Yılmaz'dan önce ilk kocamla şarkı söylüyordum. 28-29 yaşımdayım. O dönemde Maksim'de sahneye çıkacağım ve halının üstüne oturmuş, dergileri açmış kendime tuvalet seçerken "Ne yapıyorum?" diye düşündüm bir anda. Sonra "Yapamayacağım," dedim. Bu ben değilim. Demek ki Yılmaz'dan önce de böyle bir şeyim varmış.


Oyunculukta neden star olmak istemediniz?

Herkesin beni beğenmesini istemiyorum. Bakın starlara her kesimden hayranları vardır. O hayranları kazanmak çok ciddi tavizleri gerektiriyor. Herkese kendimi beğendirme gibi bir derdim yok. Yılmaz'a bir gün şey demiştim: "A yeter artık, seni bırakacağım, zengin biriyle evleneceğim." O da, "Zor evlenirsin, zengin biri, seni çekemez. Çünkü zengin biri oraya gidelim diyecek, sen istemeyeceksin, bunu yapalım diyecek, karşı çıkacaksın. Sen en iyisi benimle kal," demişti.

Koruyucu kanatları hiçbir zaman hapsedici olmadı mı?

Hayır, sadece koruyucu oldu. Yapmak istediğim her şeyi yaptım. Belki paylaşarak belki paylaşmayarak. Ben kendi hayatımı istediğim gibi yaşadığımı düşünüyorum.

Size mutlaka okur muydu senaryolarını, fikrinizi sorar mıydı?

Mesela bir filminin çekimine iki gün kala senaryoyu okurum, daha ikinci sayfasında "Ben böyle rezalet görmedim," derim, "Teşekkür ederim, bana çok yardımcı oldun," der. Bence Yılmaz final özürlüydü. Bunu ona da söylerdim.

Böyle konuştuğunuzda kızıyor muydu?

Pek kızmıyordu. Bir keresinde birbirimize küstük, Yalova'ya gittik, Termal'e... Yılmaz, ben, Yıldırım (Türker). Bir kabustu, Yılmaz, hemen malzemelerini çıkardı, düzenini kurdu, çalışmaya başladı. Fakat Yıldırım'la biz aklımızı kaçıracağız. Yılmaz belli etmiyor. "Bugün günlerden ne?" diye sordu yemek yerken. Mesela pazara gelmişsek, pazartesi dedik. "Ne, hâlâ pazartesi mi?" diye sordu. O da bunalmıştı, hemen ertesi gün eve döndük. Dönüş yolunda feci bir kavgaya tutuştuk. Aynı evde küs dolaştık. Bir akşam, Beyoğlu'nda karşılaştık. "İyi akşamlar," dedi. Çok tatlıydı.

Ama aynı evde yaşıyordunuz?

Evet, aynı evdeydik. Yılmaz'la son 20 yıldır ayrı odalarda kalıyorduk. Benim fikrimdi. İnsanın kendine ait bir şeyleri olması, isteyerek aynı yatağa girmek, cinsel ilişkiyi çok daha diri tutuyor. Biz çok ayrı hayatlar yaşadık aynı evin içerisinde ama çok bağlı yaşadık. Çok güzeldi.

Hiç kıskanmadı mı sizi? Çok güzel bir kadınsınız.

Kıskançlık bir duygu, bu sana ait. Acı çekersin ama o kıskançlık benim üzerimde baskı kurmasını gerektirmez. Ben yapısal olarak kıskanç değilim. Yılmaz, çok çapkın bir erkekti. Ayrıca ben çok çapkın bir kadındım. Sabah kalktığımızda koridorda karşılaşırdık, bakardı, "Ya sabah sabah kime kırıtıyorsun?" derdi. Çünkü hayatla flört eden, hayatla cilveleşen bir insanım. Tırnak içerisinde söylemek istiyorum 'çapkın', o müthiş bir duygu; insanı son nefesine kadar canlı tutan. Yani yaşama sevincini kaybetmediğiniz anlamına geliyor. Yılmaz'ın kıskançlığı da oldu belki ama çok eğlenceliydi. Yani ben Yılmaz'ın beni bezdirecek kıskançlığını yaşamadım. Bir gün, "Ben çok âşık oldum," dedim, "Üzülme fıstık geçer," dedi.

Atıf Yılmaz'la birlikteyken mi?

Evet. İki defa ciddi âşık oldum. O iki defasında da, Yılmaz'dan ayrılıp başka biriyle yaşamayı hiç düşünmedim. Yılmaz'a da âşıktım. Zaten uzun bir süre Yılmaz'dan başkası ile yaşayamazdım. Bazen Yılmaz'a; "Sen olmasaydın kaç tane koca değiştirirdim acaba?" derdim. Yılmaz da hayatına giren bütün kadınları çok severdi.

Şimdi terapiye gidiyorsunuz...

Çünkü zor. Bir sürü şey vardı. Bir sürü zorluk çektim. Koruyucu kanatları artık yok. Büyükbaba da yok. Yılmaz "Baba kompleksini anladım, evlendim, büyükbaba kompleksi ağrıma gidiyor," derdi. Çok komik kavga ederdik. Yılmaz televizyon seyrediyor, ben yırtınıyorum. Dedim ki: "Sen ne biçim insansın, karşında sevdiğin bir insan acı çekiyor. Ağlıyor, bağırıyor, öyle televizyona bakıyorsun," döndü, "Çok üzülüyorum," dedi, yine televizyon izlemeye başladı. Dedim ki: "Yılmaz, demin de televizyona bakıyordun, şimdi de bakıyorsun, ne değişti?" Yılmaz, "Demin üzülmeden bakıyordum, şimdi üzülerek bakıyorum," dedi. Yani o anda her şey bitiyor ve kahkaha ile boynuna atlıyorum.

Atıf Yılmaz artık hayatınızda yok...

Hayır. Yılmaz var, yani Yılmaz yine yanımda. Bu büyük bir çelişki, mesela ben başlarda her gün gidiyordum Zincirlikuyu'ya, ama artık gidemiyorum. Çünkü her gittiğimde kriz halinde ağlayarak geri dönüyordum. Yani o çok gerçek. Oysa burada olduğum zaman o zaten burada. Ama zaman zaman çok korunmasız hissedebiliyorsun kendini. Hiçbir zaman kendimi güçlü hissetmezdim. Ama üstesinden gelebiliyormuşum hayatın. Yaşıyorum işte, gülüyorum.

O gittikten sonra ne oldu?

Artık daha çok kendi kendini korumayı öğreniyorsun, bırakmıyorsun kendini. Hayatımda ilk defa yalnız yaşıyorum. Bütün hayatım boyunca, baba evi, koca evi, baba evi, koca evi...

Yalnızlıkla baş etmek zor mu?

Yalnız değilim o anlamda. Yani pratik anlamda benim bir evim var. O evde sorumluluklarım var. Çok masal okuyan, masal dinleyen bir çocuktum. Galiba onların etkisi var, şimdi kendimi sağlam tutabilmemde. Yani kendi kendime kurduğum düşler ya da varoluş hali. Ama Atıf Yılmaz hep var, anlatılır bir şey değil bu. Tuluhan sana daha komik bir şey söyleyeyim. Ben hayatımda alyans takmadım. Yani kendiminkini kaybetmiştim zaten. Ama Yılmaz öldükten sonra onun parmağından çıkardım ve kendi parmağıma taktım. Bilmiyorum aslında niye taktığımı. Ama birkaç kere çıkarmaya niyetlendim, çıkaramadım.

Hiçbir duygusal ilişki yaşayamadınız mı o gittikten sonra?

Hayır... Ama Yılmaz olsaydı ooo, kaç tane flört yaşardım...

Siz ölseydiniz, onun hayatı nasıl olurdu?

Yine böyle olurdu. Mutlaka sevgilileri olurdu ama beni varsayarak olurdu. Yılmaz her şeydi benim için. Film çekmeyi çok severdi. Bir keresinde "Seni filmlerden çok seviyorum," dedi. Belki doğru değildi, çünkü çok yalan söylerdi... Yılmaz gittikten sonra fark ettim ki, bunu açıklaması çok zor. "Neye karşı koruyordu," dersen, her şeye karşı. Dünyaya karşı koruyormuş meğer. Birlikte kazandığımız parayı birlikte harcardık. Hiçbir zaman para aramızda sorun olmadı. Son dönemde çok zor günler geçirdik. Kriz oldu, feci günler yaşadık. Yani o krizde evler satıldı ama, ne o, ne ben neşemizden en küçük bir şey kaybetmedik.

Sizin için nedir aşk?

Aklı başında insanın deli hali. Aşk denilen şeyin her zaman harlı olabilmesi için de senin bunu üflemen lazım. Ama sen 'Aşk bitti, sevgiye dönüştü,' falan dersen, sıkıcı sevgi haline dönüşür.

Rüyalarınıza giriyor mu ?

Evet giriyor. Hâlâ büyükbabam ve Yılmaz, bazen büyükbabam ağır basıyor, bazen Yılmaz. Dayanamayacak gibi oluyorsun. Çok şanslıyım, çünkü dostlarım benim hazinem. Allah'ım bana büyük bir bağışta bulunmuş. Yılmaz bir gün dedi ki: "Fıstık, sende o kadar çok sevme kabiliyeti var ki, bunu kimseden bekleme. Benden de bekleme. Ben seni kapasitemin sınırına kadar seviyorum, ama sen kendi kapasiteni örnek alırsan çok mutsuz olursun. Kimsede böyle bir sevme yeteneği yok."

Röportaj: Tuluhan Tekelioğlu Sabah Gazetesi - Cumartesi Sabah 12.04.2008

Deniz Türkali ile Kediler Üzerine


23 yılı aşkındır sahnelerde olan Deniz Türkali'yi tek kişilik tiyatro oyunlarından, protest şarkılarından ve birçok sinema filminden tanıyoruz. Hiçbir zaman hayvan delisi olmadığını söyleyen Türkali, 11 yıldır evinde annaanne-anne-kız kedileriyle yaşıyor. Kedilerin yaşamına girmesiyle hayatı algılamasının değiştiğini söyleyen Deniz Türkali, Atıf Yılmaz’ı da kendisi gibi kedici yapmayı başarmış.

Konuşankedi Elif, Deniz Türkali ile Beyoğlu’ndaki ofisinde mırrlaştı.

Yıllardır anneanne-anne-kız kedilerinizle birlikte yaşıyorsunuz. Onları tanıyabilir miyiz?

3 kedim var, yaklaşık 11 yıldır kediciyim. En büyüğü Fıstık (11), kızı Domates (6) ve onun kızı Bulut (2). Evimizde hiç erkek yok. Çünkü benim kedilerim ameliyatlı değil. Belki yakında Fıstık kısırlaştırılacak ama evde 3 kuşak kadın grubu var.


Yıllardır anneanne-anne-kız kedilerinizle birlikte yaşıyorsunuz. Onları tanıyabilir miyiz?

3 kedim var, yaklaşık 11 yıldır kediciyim. En büyüğü Fıstık (11), kızı Domates (6) ve onun kızı Bulut (2). Evimizde hiç erkek yok. Çünkü benim kedilerim ameliyatlı değil. Belki yakında Fıstık kısırlaştırılacak ama evde 3 kuşak kadın grubu var.

Bir söyleşinizde ‘Kimse için fedakarlık yapmıyorum. Onun yerine istediğim gibi planlarımı yapıyorum, kendim için’ dediğinizi okumuştum. Bu bana kedisel bir tavır gibi geldi. Ne dersiniz?

Fedekarlık, doğru bir kelime değil aslında. İnsan türü fedakarlığının karşılığını bekliyor. Kediler beklemez çünkü fedekarlık da yapmazlar. Kediler tercih yaparlar.
Kızımda 2 kedi var. Zeynep çocukken çok istemişti kedi ama bir hayvanın sorumluluğunu taşıyacak gibi değildi. Ben de göze alamadım, hem Zeynep hem de bir hayvan. Zeynep sonradan, ‘Yıllarca bu kadar istedim kedi alalım diye’ söylendi. Sen gidince ihtiyaç doğdu dedim.

Küçükken bahçeli bir evde oturuyorduk ve bir sürü kedimiz vardı. Her zaman hayvanları seven biriydim ama bu sevgi düşkünlük derecesinde olmadı hiçbir zaman. Sadece severdim. Kedilerle özel bir ilişkim başladığı zaman tüm dünyaya yönelik algılamam değişti. Daha önceden de insan merkezli dünyanın ne kadar yanlış olduğunu biliyordum ama kediler bana çok şey öğretti. Artık korktuğum bazı küçük hayvanlardan da korkmamaya ve hatta onları sever oldum. Kedi, güzel bir öğretmen oldu bana. Eğer bakmasını bilirseniz kediden çok şey öğrenebilirsiniz.

Sizi kedide en çok ne etkiler?

Cadı olduklarını düşünüyorum. İtiraf ediyorum ki, benim insanları batıl dediği birtakım şeylere yakınlığım vardır. Gerçekten onların doğaüstü güçlerinin olduğuna inanıyorum. Bu beni çok etkiliyor, bağımsızlıkları, huysuzlukları ve kendi kararlarını ne pahasına olursa olsun kendilerinin vermeleri. Bir de tüylerine gömülüp o mırıltılarını dinlemek... Gerçekten beni etkilemeyen hiçbir özellikleri yok. Arada bir dile gelip birşeyler söyleyecekler zannediyorum ve belki de söylüyorlar ve ben zavallı bir insan parçası olduğum için anlamıyorum. Çok özel şeyler bildiklerini düşünüyorum. Saatlerce meditasyon yapıyorlar, telepatik güçleri olması normal.

Sokaktaki kedilerle aranız nasıl?

Ben Cihangirliyim, nasıl olabilir ki? Cihangir, biliyorsunuz tam bir kedi köpek cennetidir. Ben her gördüğü kediye saldırıp sarmaş dolaş okşayanlardan değilim ama en azından gördüğüm kedilerle selamlaşırım. Zaten onlar da herkes tarafından böyle bir yakınlığı tercih etmezler. Eğer gelir okşamamı istediğini gösteriyorsa okşarım. Nişantaşı’nda öyle bir kediyle tanışmıştım. Yolumu kesti ve iki patisinin üzerine kalkarak ‘beni okşa’ der gibi süründü. Birkaç dakika okşadım onu, sonra işi bitince gitti.

Atıf Yılmaz Bey’i nasıl kedici yaptınız?

Evet, o da kedici oldu. Yılmaz’ın hayatta aklıma gelmezdi bu kadar kedi seveceği. Kendisi de bakışının değiştiğini söylüyor. ‘Eskiden görmezden gelirdim şimdi gördüğüm bütün kediler hakkında düşünmeye başladım, acaba iyi mi, başına birşey mi gelir, sokakta yaşamaktan bıktı mı diye’, diyor. Atıf Yılmaz da bir kedici oldu.

Kısırlaştırma hakkında ne düşünüyorsunuz?

Açıkçası çok kafam karışık bu konuda. Çok üzülüyorum. Sokaktaki kedilerin kısırlaştırılmasına da çok üzülüyorum. Sokakta çok tehlike varsa tehlikeyi azaltma taraftarıyım. Veteriner hekimim, 2-3 senedir Fıstık’ı kısırlaştırmam gerektiğini söylüyor, ama bir türlü kıyamıyorum. Belki de zamanı geldi. Çok azdıkları için kısırlaştırılmalarına da inanmıyorum çünkü kısırlaştırdıktan sonra da azabiliyorlar. Azarsa azsın, ne olacak ki, acı çektiği de yok. Daha cilveli oluyor sadece. Ama sağlığı açısından belli bir yaştan sonra belki kısırlaştırmakta yarar olabilir.


Hayvan hakları yasası sizce Türkiye için lüks mü?

Hiçbir yaşam hakkı hiçbir yer için lüks olamaz. O tasarıyı görmedim. Doğru dürüst br yasa çıkarmak lazım ama herhangi birşeyin haklarının yasallaştırılması lüks olamaz. Bunu çok çirkin ve yanlış buluyorum.

Tiyatro ve sinemaya dair yakın tarihte projeleriniz var mı?

Atıf Yılmaz’ın yöneteceği Eğreti Gelin’in çekimleri Mayıs’ta Kastamonu’da başlayacak. Hala senaryo üzerine çalışmalar devam ediyor. Projeyi Tarık Günersel getirmişti. Çok hoş bir proje. Dolayısıyla aceleye getirmek istemiyoruz. Belki filmde bir rolüm olacak.

Tiyatro yapmayı, aklımı kaçıracak kadar çok özledim. Benim mesleğim, tiyatro oyunculuğu ama 2 yıldır prodüktör olmanın getirdiği işleri yapıyorum. Ve ne yazık ki tiyatro oyuınculuğumu çok sekteye vurdurdu bu ama en kısa zamanda sahneye çıkacağım. Bir sürü projem var. Televizyonda da en son Hürrem Sultan’da oynadım.

Cats’i gördünüz mü? Öyle bir müzikalde yer almak ister miydiniz?

Kedili oyunda oynasam diye düşünmedim hiç. Ama Jean Gabin’in oynadığı Le Chat’te oynamayı düşünebilirim mesela.

Siz bir kedi olsaydınız, nasıl bir kedi olurdunuz?

Ben kesinlikle sokak kedisi olurdum. Çapkın, serseri... Herhalde durmadan çocuk doğururdum. Tabi ki dişi kedi olurdum. Ya da çok rahat ve kedisever bir ailenin tek gözbebeği olurdum. Mesela Fıstık gibi. Eve kapalı kalmak pek cazip gelmezdi. Fıstık gibi olmak ister miydim? Tabi, benim gibi ona tapan bir annesi var, yediği önünde yemediği arkasında, kaldı ki Fıstık aşık da olmuştu. İlk sevgilisinden olan yavrusu şu anda Murathan Mungan’ın kedisidir.

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim.

Deniz Türkali:
Filmleri: Düş Gezginleri, Adak, Gece Melek ve Bizim Çocukları, Seni Kalbime Gömdüm, Dul Bir Kadın, Arkadaşım Şeytan, Tatlı Betüş (TV).
Tek kişilik oyunları: İyi Bir Yurttaş Aranıyor, Küçük Sevinçler Bulmalıyım, Herşey Satılık, Kutsal Aile, Cadılar Zamanı ve son olarak Amerikalı yazar Scott Fitzgerald'ın karısı Zelda’nın hayatını anlatan, Selim İleri'nin yönettiği "Hoşçakal Zelda".
kedigen.com