18 Kasım 2010 Perşembe

"Evita" Deniz,kararlı: Siyahlarımı Çıkarmam


Cezaevlerindeki açlık grevlerini destekleyen ve önceki gün Galatasaray'da, siyahlar giyinmiş hanımların yaptıkları korsan gösteriye katılan "Evita" oyununun başroldeki oyuncusu Deniz Türkali, "Cezaevlerindeki olaylar son buluncaya kadar siyah kıyafetimi çıkartmayacağım" dedi...

ATIF YILMAZ, EVİTA'YI ZEVKLE SEYRETTİ


"Evita" müzikalinde Eva Peron'u canlandıran Deniz Türkali ile Che Guavera rolünü oynayan Neco, uyumlu bir oyun ortaya koyuyorlar. Deniz Türkali sahnede iken, eşi Atıf Yılmaz da eşinin başarılı oyununu zevkle izledi...

"Tiyatro, Çırılçıplak Soyunmayı Bilmektir"


1968 kuşağının ateşli bir tiyatrocusu olan Türkali'nin sohbetinde, tiyatroyu aşan konuların başında kadın-erkek ilişkileri yer aldı. Cinsiyet ile cinselliğin aynı anlamda kullanılmasının, toplumda kadınları ikinci sınıf insan konumuna düşürdüğünü belirten Deniz Türkali, Türk kadınlarının özellikle evlendikten sonra kendi vücutlarına küstüğünü söyledi. Toplumda kadının, dış baskılardan oluşan duvarlar arasına sıkıştırıldığını öne süren Deniz Türkali, bu duvarların yıkılabileceği en iyi ortamın sanat olduğu görüşünü savundu...

TÜRKİYE'NİN EVİTASI


Deniz Türkali

"Evita İçin Olumsuz Diyebileceğim Birşey Yok"

Protest müzik yapan, Evita Müzikali'nin dört Evitası'ndan biri olan tiyatro oyuncusu Deniz Türkali'ye müzikal hakkındaki düşüncelerini sorduk. Türkalii müzikale yöneltilen eleştirilere katılmıyor...

Türkali: Her şeyden önce bir müzikale bu kadar çok politik anlam yüklemek çok doğru gelmiyor bana.Evita müzikali de dünyanın en önemli, en yaygın müzikallerinden biri.Bunların en önemli nedenlerinden biri de başta müziğinin çok sağlam, çok güzel ve çok keyifli olması.Dramatik yapısının çok sağlam olması.Konunun ilginçliği.Böyle olunca bir müzikalde, bütün bunların yanı sıra bir politik mesaj aramak, olumlu ya da olumsuz, çok gerçekçi görünmüyor bana.Artı, mitlerin kırılmasından söz ettiniz.Ben kendi payıma mitlerin kırılmasından yanayım zaten.Ayrıca 33 yaşında kanserden ölen bir kadına acımanın da çok gayri insani olduğunu düşünmüyorum.

Bazılarının dediği gibi pazarlama meselesine gelince, bunda da bir olumsuzluk görmüyorum. Sovyetler'de bile, pazarlamanın gündemde olduğu bu dünyada başarılı bir sanat eserinin de iyi pazarlanması olsa olsa bir başarıdır. Piyasa kurallarının yerini planlamanın alacağı günlerde bu durum da herhalde biçim değiştirir...

DENİZ VE ERNESTO


Londra neresi, İstanbul neresi...Ama ne demişler; "Kısmestse gelir Hint'ten,Yemen'den; kısmet değilse ne gelir elden"... Kısmetmiş ki, İstanbul'lu Deniz ile Napoli'li Ernesto iki yıl önce sisli bir Londra öğlesinde takıvermişler 10 pound'a aldıkları yüzükleri sol ellerine. İşte o günden sonra başlamış, müzik dünyamızın sevilen çifti Deniz - Ernesto'nun serüvenleri...

"İYİ BİR YURTTAŞ ARANIYOR"


"İYİ BİR YURTTAŞ ARANIYOR"

Oynayan: Deniz Türkali
Yazan: Ataol Behramoğlu
Müzik: Maksut Göksu
Yöneten: Rutkay Aziz
Çevre Düzeni: Vecdi Sayar

Yeni Mevsimde "Yalnız Bir Kadın"




Deniz Türkali tek kişilik oyunlardan vazgeçmiyor

Yeni mevsimde "Yalnız Bir Kadın"

Deniz Türkali tek kişilik oyunların bambaşka bir tadı olduğunu, bu yüzden kalabalık kadrolu bir tiyatroda çalışmayı asla düşünmediğini söylüyor.
Yaklaşık dört yıldır, tek kişilik oyunlar sergileyen Deniz Türkali, konuyla ilgili şu açıklamayı yapıyor:
- Bu sezon tiyatro dalında dünyaca ünlü bir çift olan Dario Fo ile France Rame çiftinin birlikte yazdıkları, yönettikleri ve Rame'nin tek başına sunduğu, 'Yalnız Bir Kadın' adlı oyununu sergileyeceğim. Bugüne kadar neredeyse tüm dünyada çeşitli sanatçılar tarafından sahneye konan ve beğeni toplayan oyunu, sanıyorum halkım da beğenecek...

Son Günlerin Beğenilen Çifti



Londra'da tanışıp evlenen İstanbul'lu Deniz ile Napoli'li Ernesto nihayet Türkiye'de...


Bu iki isim, Londra'da tanıştıktan sonra kurdukları ikiliyle, müzik dünyasında çalışmaya başladılar. İngiltere, Almanya ve Danimarka'da çeşitli gece kulüplerinde çalıştıktan sonra Türkiye'ye gelen Ernesto - Deniz ikilisi şimdi İstanbul'da gece kulüplerinde faaliyet gösteriyor.

Deniz Türkali'nin Avrupa Çıkarması



"Tek kişilik oyunların kraliçesi Almanya'da"

Ülkemizde konserleri ve tek kişilik oyunlarıyla ünlenen Deniz Türkali, Şehir Tiyatrosu'ndan ayrıldıktan hemen sonra seri konserlerine başladı. Sanatçı, Almanya ve Hollanda'daki yurttaşlarımıza seslenmek üzere, geçtiğimiz hafta Avrupa'ya uçtu...

"Barış Türküleri ve Theodorakis' DENİZ TÜRKALİ




DENİZ TÜRKALİ

"Hapishaneden Gelen Mektup"

Türkçesi: Atıf Yılmaz
Müzik: M. Theodorakis

22 Nisan 2010 Perşembe

Deniz Türkali'den Başbakan'a Mektup


Sevgili Başbakan,

Kürt açılımı yahut demokratik açılım, adı her neyse (zaten birbirinden ayırmaya pek imkan yok) konusunda sanatçılarla konuşmak onların görüşlerini almak istediniz. Ben bir sanatçıyım. Ve benim de size söyleyeceklerim var. Bir iktidara en gerekli şeydir, doğru dürüst muhalefet. Sizin iktidarınızın büyük eksiklerinden biri sanırım bu. Ben demin de söylediğim gibi sanatçıyım, kadınım ve olması gerektiği gibi muhalifim.

Üstelik hiçbir iktidara talip bir muhalefet olmadığım için sanırım, “tedirgin olmadan” çok rahat kulak verileceklerden biriyim. Sanatçılarla görüşme isteğiniz, sizin de ihtiyacınızın bu olduğunu belli ediyor.

Kürt açılımı yahut demokratik açılım, adı her neyse, Güneydoğu’da savaş devam ederken, Kürtlerin partileri (kaçıncı sefer unuttum) bir kez daha kapatılmışken, nasıl mümkün olacak? Bence ancak şöyle: Onunla görüşmem, öbürünü muhatap almam demekten vazgeçip (en muhatap alınacaklar neden bertaraf edildi, ayrı bir konu) bu savaşı ne durduracaksa, barışa kimin katkısı olacaksa, bir an önce harekete geçip “gerçek” bir barış sağlamakla.

Çoğunluğun oyları ile iktidara gelmiş bir hükümetin “demokratik yönetimi”, azınlığın kendini özgürce ifade etmesine olanak sağlamaktır. Oysa yaşadığımız ülkede hiç de böyle olduğu söylenemez. Demokratik açılımdan söz ediyorsunuz. Bir yandan savaş sürerken, bir yandan da azınlıkların bir kısmına (Ermeniler) kapı göstermeniz, hangi “açılım” samimiyetinin göstergesi olabilir?

Savaş içinde büyüyen çocukların taş attılar diye hapislere tıkılması, işkence görmesi, Filistin’deki çocuklara (haklı olarak) ağlayan siz Başbakanın vicdanını sızlatmaz mı? Kadınlara, eşcinsellere, travestilere yönelik ayrımcılık ve şiddet demokrasi isteyen, vaat eden bir Başbakan olarak ne önlemler düşünüyorsunuz? Sağlık Bakanlığı’nın sperm bankasından alınacak spermin milliyeti konusundaki önlemine, ne diyorsunuz sevgili Başbakan?

Sevgili Başbakan, samimiyetle ifade edeyim ki, eğer bu açılım meselesini ortaya atmasaydınız bu soruları size yöneltmek aklımın ucundan bile geçmezdi. İnanın geçmişte hiçbir başbakana bir satır yazmışlığım yok. Ama iyi ki yaptınız. Ben de bu soruları size sorma fırsatı buldum. Biliyorum işiniz zor çok zor ama Başbakanlığa da sizi ben zorlamadım. Ne diyeyim? Kolay gelsin sevgili Başbakan...

Not: Kediler dünyanın en harika yaratıklarıdır. Leonardo Da Vinci’nin onlara “Dünyadaki en mükemmel canlı” dediğini duymuş muydunuz?

Deniz Türkali

Radikal Gazetesi - Radikal 2

16 Mart 2010 Salı

Deniz Türkali'nin Albümünden


Deniz Türkali eşi Atıf Yılmaz ve çok yakın dostu Türkan Şoray ile...

İSKANDİNAV SİNEMASI



Martha Toren adı, kaç kisiye bir sey ifade eder? Ben küüüüçücük bir kız çocuğu iken, annemle Puccini’nin hayatı üzerine bir filme gitmistik. Filmin adı da yanılmıyorsam, Puccini idi. Puccini’nin karısı Elvira rolünde ise, İsveçli oyuncu Martha Toren oynuyordu. Şimdi siz diyeceksiniz “eeee???” Ama … filmi seyreden herkes bana sonradan “iste! Deniz büyüyünce, aynı bu Martha Toren’e benzeyecek” deyip beni fevkalade sevindirmislerdi .Küüüüçüklüğümden bu yana tabii ki bu adı hiç unutmadım. Umarım Sebnem, sevabına onun bir fotoğrafını (en güzel olanını tabii ki…) bulup benim yanıma koyar !!!!
Şimdi tabii siz hala “eee??? “demeye devam ediyorsunuz, yani şunu demek istiyorum. ! İskandinav sineması dedik de aklıma geldi!!! Canım Martha Toren İsvecli ya….
Şimdi; ilginç bulacağınızı düşündüğüm bir şeyle başlamak istiyorum. Dünyadaki ilk Film Prodüksiyon şirketi, 1906’ da Kopenhag’da kurulan Nordisk Film Kompagni imis…
1910da Kosmorama’nın (ki o da bir prodüksiyon şirketi)“The Abyss” filmiyle Asta Nielsen dünyaca ünlü bir yıldız olunca, aynı yolu izleyip erotik melodramalar çekmeye başlamıs Nordiks de...(Bu tabii ki bildiginiz gibi sessiz sinema dönemi…) bu dönem Danimarka sinemasının en çarpıcı örneği 1913 de Benjamin Chiristensen’in yönettiği ‘The Mystarious X’ ile 1915 de çektiği ‘Night of Revenge’ filmleridir.
İsveç sinemasını uluslararası pazara taşıyanlar ise, Victor Sjöstrom ile Mauritz Stiller olmuştu. Özellikle Stiller’in sinemaya uyarladığı “Gösta Berling’s SagaGreta Garbo’nun uluslararası sinema piyasasında tanınmasına neden olmuştu.
Sessiz sinema döneminde Finlandya ve Norveç sinemaları büyük ölçüde iç pazarlarından dışarı çıkamamışlardı.
Ses, sinemaya girince yani sinema “ses”lenince birçok ülke gibi İskandinav sineması da iç pazara odaklanmak zorunda kaldı. İsveç’de Gustaf Molender’in 1936’da çektiği “Intermezzo”filmi yeni bir dünya yıldızı’nın doğuşunu müjdeliyordu, bu genç yıldızın adı Ingrid Bergman dı…
Danimarka sineması müzikal komedilere yönelmiş ve Margaret Vilby bu filmlerin yıldızı olmuştu.
Savas sonrası Alf Sjöberg (ki iki kez Cannes Film Festvali’nde büyük ödülleri almıştı.1946’da “Torment“1951de “Miss Julie” filmleriyle)
ve Ingmar Bergman İsveç sinemasını biçimlendirmeye ve 2.Dünya savaşında tarafsız duran ülkenin endişe ve gerilimini anlatan konulara eğilmeye başladılar.
Danimarka sineması savaş sonrası kaçınılmaz olarak direniş hareketini ve işgal sırası politikacıların tutumunu ağır biçimde eleştiren filmler yaptı. Bu filmlerin en iyi örneği Theodor Christen’in 1946’da çektiği “Freedom is at Stake” dir.Yine aynı yıllarda Finlandiya sinemasının temsilcisi yalnız iç pazara yönelik filmler çeken Nyrky Tapiovaara ve Edvin Laine idi.
Popüler sinema 1950’ lerde de “kaçıs sineması” denilen türün içinde kaldı.
1960’lara gelindiğinde yeni kuşak sinemacılarda, Fransız “yeni dalga “akımının etkileri görülmeye başladı.
Palle Kjaerulff-Schmidt doğaçlama tarzı filmler çekmeye başladılar.1962’de aynı yönetmenin çektiği “Weekend” bu filmlerin en belirgin örneklerindendir.
Aynı süreçte Henning Clarsen ve Theodor Chiristensen işlere politik tavırlarını yansıtmaya başladılar.
İsveç’de ve Danimarka’da açılan yeni sinema okulları piyasaya taze kan gelmesini sağlamaya başladı.
İsveç’de Bo Widenberg, Vilgot Sjnöman, Jonas Cornell, Jan Torell uluslararası sinema platformuna çıktılar.Jan Torell 1971’de çektigi “The Emigrants” ve 1972de “Unto a Good Land” filmleriyle Liv Ullmann’ı dünya sinemasına armağan etti.
1980’ lerde artık İskandinav Sineması, dünyaya açılmıs bir çok filme ortak yapımcı olmaya baslamıştı.
Bu çok genel tanıtımdan sonra bir iki konuya daha yakından bakmak gerekir diye, düşünüyorum. Bunlardan biri Ingmar Bergman: Dünya sinemasına ciddi boyutta damgasını vurmuş bir sinemacı. Uzun uzun filmlerinin adlarını sıralamak yerine yaptığı filmlerin, yaptığı döneme nasıl damgasını vurduguna dikkat çekmek isterim, bir de “Kadın Filmleri” nin hiç de kadın yönetmenlere has bir şey olmadığının en iyi kanıtlarından biri olduğuna…
Bergman savaş sonrası toplumun bunalımlarını bireyler üzerindeki etkisini (o yıllar İsveç intihar olaylarının en yüksek olduğu ülke idi)
Daha sonraki yıllarda kadınlardır konusu.Kadınları sever,merak eder,kadınlardan yanadır hep tavrı…
Sinema dilini durmadan arayarak yeni ve farklı diller geliştirerek, anlatacağı her filmin uslubunu tam da anlatacağı ile örtüştürerek ama kendi tavrından hiç uzaklaşmadan bıraktığı miras, dünya sinemasının en büyük kazançlarından biridir.Gerçek bir yakın plan ustası olan Bergman’nın unutulmaz filmlerinden birkaçını saymadan geçemeyeceğim.“Sessizlik”,”Yaban Çilekleri”.Yedinci Mühür “Fanny ve Alexander”, “Persona”,”Bir Evlilikten Manzaralar”…
İkinci yakından bakmak istediğim konu ise, haliyle “dogma”ve Lars Von Trier
Lars Von Trier’in birçok fobisi olduğu bilinir, başta uçuş korkusu… Kendisi bu halini şöyle açıklıyor.”Aslında herşeyden korkuyorum. Korkmadığım tek şey film çekmek!”
Dogma 95 Amerikan sinemasının hegemonyasına karşı yapılmış bir avangard sinema akımı. Bu akımın yaratıcıları Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring.
1998’ den bu yana, Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde bu yöntemle çekilmis yaklasık 80den fazla film var.Dogmanın kurallarından bazılarını sıralamakta yarar var:Film şimdi ve burada geçmelidir.
Stüdyo çekimleri yapılmaz. Sahne donanımı ve setler dışarı taşınmalıdır
Kamera el kamerası olmalıdır.
Film renkli olmalıdır, özel ışıklandırma kullanılmaz.
Optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
Film gelişigüzel aksiyonlar içermemelidir,öldürme, silahlar vs. asla bulunmamalıdır.
Tür filmleri kabul edilemez
Film formatı 35 mm olmalıdır.
Yönetmen jenerikte belirtilmemelidir.

Benim anladığım; bu yöntemle film çekmekten korkmayan hiçbir seyden korkmaz!!
Ben yine bayıldığım filmlerini sıralayıp lafı bağlıyayım.Sinema mevsimi geldi de geçiyor!!! Sinemasız kalmayın …

Breaking the Waves
Danser in the Dark
Idiots
The Kingdom
Dogville

Deniz Türkali

9 Mart 2010 Salı

Seni çektiğim filmlerden çok seviyorum derdi


Yaşam ve ölüm. Hiç vazgeçmeden sevmek ve terk etmek zorunluluğu: Çok ağır. Üstelik sevgisini sonsuz sunmayı 'yaşamak' olarak kabul eden bir kadın için, kaybetmek çok ağır olmalı... Belki de bu yüzden hiç konuşmadı, konuşamadı. 14 yaşında tanıdığı, uzun yıllar 'ağabey' dediği, yıllar sonra karşılaşıp âşık olduğu ve 32 yıl birlikte yaşadığı Atıf Yılmaz'ı kaybettiği günden bu yana, hep sustu. 5 Mayıs'ta gidişinin ikinci yılı olacak. Deniz Türkali için Yılmaz, belki fiziksel olarak yok ama aslında hep yanında. "Hani kolun kesildiği zaman onun ağrısını hissedermişsin. Aslında yok ama ağrıyı hissediyorsun, böyle bir şey," diyor. Deniz Türkali evliliğinde hiçbir zaman alyans takmamış ama Atıf Yılmaz gittiği gün, onun parmağından alyansını çıkarıp kendi parmağına geçirmiş. Birkaç kez çıkarmak istemiş, çıkaramamış. "İnançları vardır insanların. Meleklere inanırlar, şeytana inanırlar... Ben de buna inanıyorum. Benim için Yılmaz var! Galiba Yılmaz'ın gitmiş olduğuna ikna olmadım. Çünkü öyle hissettiğim anda 'yaşama imkânı yok' diye düşünüyorum. 30 yıl sonra sevdiğin erkek, ya da kadın elini tuttuğunda için titriyorsa, aşk devam ediyordur. Yılmaz'da bu hiç bitmedi ki... Hâlâ da bitmedi..." diyor.

Asansördeydik. O sırada aklımdan sadece şu cümle geçiyordu: "Tanrım, Atıf Yılmaz ile öpüşüyorum." Pardon, "Tanrım, Yılmaz Ağabey ile öpüşüyorum."

Aşk, aklı başında insanın deli hali. Aşk denilen şeyin her zaman harlı olabilmesi için de senin bunu üflemen lazım.

Yılmaz çocukluğumdan beri çapkın bir erkekti. Benimle evlendi diye başka biri mi olacaktı? Hayır.

Nikâha gideceğimiz gece, sabaha kadar ağladım. "Artık kocam olacaksın, sevgilim olmayacaksın, en yakın arkadaşım olmayacaksın," diye. O da söz verdi: "Söz veriyorum, kocan olmayacağım."

Yılmaz yalan söylemeyi hiç beceremezdi. O kadar beceriksizce yalan söylerdi ki her seferinde yakalanırdı.


Kaç sene birlikte yaşadınız?

32 yıl.

Onunla tanıştığınızda çok gençtiniz değil mi?

14 yaşımdaydım. Babamın arkadaşıydı. 'Yılmaz Ağabey,' diyordum. Hatta evlendikten bir yıl sonra bile devam etti bu ağabey sözü. Yıllar sonra, 1974'te flört etmeye başladık. Onu tanıdığımda Nur (Nurhan Nur) ile evliydi. Sonra ben İngiltere'ye, oradan da İtalya'ya gittim. Türkiye'ye döndükten sonra karşılaştık tekrar. Ben o zamanlar anne-babamla kalıyordum. Babam çağırdı, "Yılmaz Ağabeyin gelecek, sen de gel," diye. Orada karşılaştık, sohbet ettik... Yaşam hazlarımız, hayatı algılayışımız belki birbirimizi çekti. Benim için çok çok büyüktü yaşı. Özel bir kişiliği vardı. Aslında biliyor musunuz, dünyada en çok sevdiğim kişi büyükbabamdı. Hani 'anne anne' diye ağlar ya çocuklar, ben 'büyükbaba' diye ağlarmışım. Yılmaz'la beraber olmaya başladıktan sonra, rüyamda hep ikisi birbirlerinin yerine geçerdi. Yılmaz'ın elini tuttuğum zaman büyükbabamın elini tutuyorum hissini veriyordu. Bu herhalde çok sevdiğiniz zaman oluyor. Tıpkı bir melek gibi. Gittikten sonra daha çok fark ettim ki beni koruyormuş hayata karşı. Tek taraflı değil, herhalde benim de onu koruduğum şeyler vardı. Konuşması, açık olması, dinlemesini bilmesi beni etkilemişti. Hayatına giren kadınların yüzde 90'ı da bunu söyler. Yani arkadaşları, sevgilileri veya dostları. Dinlemesini çok iyi bilen bir insandı. Bu önemli; çünkü erkekler genelde dinlemeyi çok sevmez. Dinledikçe kendisi de değişti.

Nasıl değişti?

Aslında hep yaşam doluydu. Son anına kadar. Ama şu değişti, insan hayatına bakışı, dünyaya bakışı, kadın-erkek ilişkilerine bakışı son dönemde inanılmaz törpülendi. Törpülenmeyen yönlerinde de "Haklısın ama bu kadar," derdi. Gördüğüm en genç erkek oydu benim için.

Siz Atıf Yılmaz'da neleri değiştirdiğinizi düşünüyorsunuz?

Önceleri çok fazla konuşmazdı. Bütün bir gün surat asmaya başlardı. "Ne var?", "Bir şey yok." 'Bir şey var' anlamam lazım. Ben konuşan bir insanım. En başlarda zordu çok. Sonra bunu konuştum ben Yılmaz'la. "Böyle devam edemem," diye. Konuşmazsan, böyle "Bir şey yok," deyip 10 gün surat asabilirdi. Sonra konuşmaya başladık. Her türlü konuda. Yılmaz da aslında içine kapanık bir insandı. Gerçek sorun olduğu zaman onunla yüzleşmekten biraz korkardı. Diyelim ki bana, bir şeye kızdı. O zaman konuşmamayı tercih ederdi.

Neydi o gerçek sorunlar?
Sanıyorum ki yapısaldı. Aslında o kapalı kişiliğin altında ince, gelişmiş bir mizah duygusu vardı. Yılmaz çok güldürürdü. Bana çok etkisi olmuştur o halinin. Hep onu derdim Yılmaz'a: "Aslında sen böylesin, bu halini filmlerine yansıtsan, Woody Allen gibi filmler yaparsın."

Aranızda aslında bir kuşak farkı var.

Benden 18 yaş büyüktü. Ama dediğim gibi Yılmaz, o kuşak farkını çok çabuk aştı. Yılmaz, vefatından üç ay öncesine kadar sabaha kadar dans ediyordu. Yani dinamik bir insandı, fiziksel olarak da, zihinsel olarak da. Nitekim yer yer kadın filmleri yapmasında bunların büyük etken olduğunu düşünüyorum. Ben de bunlardan çok etkilendim.

Yılmaz Ağabey'den Yılmaz Koca'ya...


Bu iş nasıl Yılmaz Ağabey'den Yılmaz Koca'ya dönüştü
Yılmaz Ağabeyim bir gün Milliyet Yayınları'na geldi. Ayşe'den (Şasa) ayrılmak üzereydi. O sırada ben Milliyet Yayınları'ndaydım. Sophia Loren'le Carlo Ponti Türkiye'ye geldi ve beni apar topar havalimanına gönderdiler. Ertesi gün benim onlarla birlikte fotoğrafım çıktı. Ben de o zaman gazetecilik falan bilmiyorum. Söylediklerimi yazdı bir arkadaş, altına da benim imzamı attılar. İşte o zaman orada fotoğrafımı görmüş. Beğendiği bir kadınmışım ama denk düşmemişiz. Zaten nasıl denk düşeceğiz. O her zaman evliydi, ben bambaşka yerlerdeydim. Ve hiç düşünmedim zaten böyle bir şeyi. Sonra eve gelmeye başladı. "Ayşe'den ayrıldım, bana bir arkadaşını bulsana," dedi. Ben de demişim ki o sırada, "Aman Yılmaz Ağabey bulamam, ben kendime birini arıyorum." Babam da hatta "Evladım, ne biçim konuştun," diye uyarmıştı beni. Aklımın ucundan bile geçmiyor. Konuşuyoruz. Sonra bir akşam üstü beraber içmeye gittik. Ama bu gizli saklı bir şey değil. Onunla konuşmaktan çok hoşlanıyorum. Sonra yine bir gün, Park Otel vardı, Gümüşsuyu'nda ki, orada buluştuk. Bana bir karton Dunhill aldı. Arada söylerdi, "Bir Dunhill'e gittin," diye. Sonra arabaya bindik. "Ben," dedi "senin sevgilim olmanı istiyorum." Ben de, "Yılmaz Ağabey, böyle bir şey teklifle ya da istiyorum demekle olmaz," dedim ama kafamda bir şey oldu. Kendimde değilim. O sırada bir sürü sevgilim var zaten, idare edemiyorum. Ama Yılmaz olunca, öyle bir sürü sevgili gibi olmayacağı belli. Gerçekten şaşırdım. Onu aramadım. İki gün sonra beni aradı. Yemeğe çıktık. Ne olduysa orada oldu. Bana dünyanın, sonradan dalga geçtiğim en edebi cümlesini kurdu. "Güneş gözlerinde batıyor," dedi. Köprü altında. Hayatımda ilk defa rakı içtim. Dolmabahçe'ye kadar taksi şoförü götürdü. Hiçbir şey konuşmadık. Sonra "Gayrettepe," dedi. Asansöre bindik. Beni öpmeye başladı. O sırada aklımdan sadece şu cümle geçiyordu "Tanrım Atıf Yılmaz ile öpüşüyorum." Pardon, "Tanrım, Yılmaz Ağabey ile öpüşüyorum."

Ne zaman evlendiniz?
12 sene sonra. Tutkuyla başladı. Çok âşık oldum, çok. 30 sene içerisinde iki kere daha âşık oldum, ama hiçbir zaman Yılmaz'dan birisi için ayrılmayı düşünmedim. Yalan söylemeyi hiç beceremezdi. O kadar beceriksizce yalan söylerdi ki her seferinde yakalanırdı. Ben de bu mantığı anlamazdım. Doğruyu söylediği zaman bir tepki göstermezdim ki. Öfkem şuydu: Benim beraberliğim yalan üzerine kurulmuyor. Birbirimize aşağı yukarı her şeyi söylüyoruz. Nihayet insanın kendine ait özelleri elbette ki vardır. Ama biz çok seviyoruz birbirimizi. Dolayısıyla bu, birbirimiz üzerine ipotek koymamıza gerek bırakmıyor. Yani o 12 yıl ile evlendikten sonraki süre arasında benim için fark yok. Tam aksine Zeynep'in de varlığı beni özgürleştirdi. Hiçbir zaman o ilişkiler benim üzerimde baskı olmadı. Çünkü özgürlük ve kadın olma halini çok düşündüm. Mesela biliyorum ki annelik; kayıtsız şartsız sevgidir ama bu çocuğunun üzerinde baskı kurmanı, ya da hayatını durdurmanı engellemez. Zeynep de belki o yönden kızıyor bana. Çok genç yaşta onu özgür bıraktım.

Kaç yaşındaydı Zeynep evlendiğinizde?
14. Ama ben Yılmaz'ı Zeynep'in babası yerine koymayı istemedim. Biz üç tane bağımsız insanız, bir arada yaşıyoruz, birbirimizi seviyoruz, kavga ediyoruz, ama herkesin bir hayatı var. Köprü, sevgimiz.

Babanız ne dedi peki bu ilişkiye?

Ooo... Babam sekiz yıl küs kaldı, ama sonra düzeldi. Hatta geçenlerde bana dedi ki: "Hayatında yaptığın en doğru iş Atıf Yılmaz ile evlenmek." Hele Yılmaz gittikten sonra çok şey değişti. Geçenlerde Zeynep'e "Gene kavga ediyorum Yılmaz ile ama cevap vermiyor," dedim. Zeynep dedi ki: "Anne sen üzülme, o varken de cevap vermiyordu. Sen kendi kendine bağırıyordun."

Size nasıl hitap ederdi?

Fıstık... Yılmaz, aslen bir stardı. Yani yönetmen olarak da. Bana hep sorarlardı: "Neden star olmadın?" Yılmaz'la konuştuklarımdan da çok etkilendiğim için star olmak istemedim.

O da mı istemedi?
Hayır, öyle bir konuşma geçmedi aramızda. İkimiz de işimizi yapmayı seviyorduk. Yılmaz'dan önce ilk kocamla şarkı söylüyordum. 28-29 yaşımdayım. O dönemde Maksim'de sahneye çıkacağım ve halının üstüne oturmuş, dergileri açmış kendime tuvalet seçerken "Ne yapıyorum?" diye düşündüm bir anda. Sonra "Yapamayacağım," dedim. Bu ben değilim. Demek ki Yılmaz'dan önce de böyle bir şeyim varmış.


Oyunculukta neden star olmak istemediniz?

Herkesin beni beğenmesini istemiyorum. Bakın starlara her kesimden hayranları vardır. O hayranları kazanmak çok ciddi tavizleri gerektiriyor. Herkese kendimi beğendirme gibi bir derdim yok. Yılmaz'a bir gün şey demiştim: "A yeter artık, seni bırakacağım, zengin biriyle evleneceğim." O da, "Zor evlenirsin, zengin biri, seni çekemez. Çünkü zengin biri oraya gidelim diyecek, sen istemeyeceksin, bunu yapalım diyecek, karşı çıkacaksın. Sen en iyisi benimle kal," demişti.

Koruyucu kanatları hiçbir zaman hapsedici olmadı mı?

Hayır, sadece koruyucu oldu. Yapmak istediğim her şeyi yaptım. Belki paylaşarak belki paylaşmayarak. Ben kendi hayatımı istediğim gibi yaşadığımı düşünüyorum.

Size mutlaka okur muydu senaryolarını, fikrinizi sorar mıydı?

Mesela bir filminin çekimine iki gün kala senaryoyu okurum, daha ikinci sayfasında "Ben böyle rezalet görmedim," derim, "Teşekkür ederim, bana çok yardımcı oldun," der. Bence Yılmaz final özürlüydü. Bunu ona da söylerdim.

Böyle konuştuğunuzda kızıyor muydu?

Pek kızmıyordu. Bir keresinde birbirimize küstük, Yalova'ya gittik, Termal'e... Yılmaz, ben, Yıldırım (Türker). Bir kabustu, Yılmaz, hemen malzemelerini çıkardı, düzenini kurdu, çalışmaya başladı. Fakat Yıldırım'la biz aklımızı kaçıracağız. Yılmaz belli etmiyor. "Bugün günlerden ne?" diye sordu yemek yerken. Mesela pazara gelmişsek, pazartesi dedik. "Ne, hâlâ pazartesi mi?" diye sordu. O da bunalmıştı, hemen ertesi gün eve döndük. Dönüş yolunda feci bir kavgaya tutuştuk. Aynı evde küs dolaştık. Bir akşam, Beyoğlu'nda karşılaştık. "İyi akşamlar," dedi. Çok tatlıydı.

Ama aynı evde yaşıyordunuz?

Evet, aynı evdeydik. Yılmaz'la son 20 yıldır ayrı odalarda kalıyorduk. Benim fikrimdi. İnsanın kendine ait bir şeyleri olması, isteyerek aynı yatağa girmek, cinsel ilişkiyi çok daha diri tutuyor. Biz çok ayrı hayatlar yaşadık aynı evin içerisinde ama çok bağlı yaşadık. Çok güzeldi.

Hiç kıskanmadı mı sizi? Çok güzel bir kadınsınız.

Kıskançlık bir duygu, bu sana ait. Acı çekersin ama o kıskançlık benim üzerimde baskı kurmasını gerektirmez. Ben yapısal olarak kıskanç değilim. Yılmaz, çok çapkın bir erkekti. Ayrıca ben çok çapkın bir kadındım. Sabah kalktığımızda koridorda karşılaşırdık, bakardı, "Ya sabah sabah kime kırıtıyorsun?" derdi. Çünkü hayatla flört eden, hayatla cilveleşen bir insanım. Tırnak içerisinde söylemek istiyorum 'çapkın', o müthiş bir duygu; insanı son nefesine kadar canlı tutan. Yani yaşama sevincini kaybetmediğiniz anlamına geliyor. Yılmaz'ın kıskançlığı da oldu belki ama çok eğlenceliydi. Yani ben Yılmaz'ın beni bezdirecek kıskançlığını yaşamadım. Bir gün, "Ben çok âşık oldum," dedim, "Üzülme fıstık geçer," dedi.

Atıf Yılmaz'la birlikteyken mi?

Evet. İki defa ciddi âşık oldum. O iki defasında da, Yılmaz'dan ayrılıp başka biriyle yaşamayı hiç düşünmedim. Yılmaz'a da âşıktım. Zaten uzun bir süre Yılmaz'dan başkası ile yaşayamazdım. Bazen Yılmaz'a; "Sen olmasaydın kaç tane koca değiştirirdim acaba?" derdim. Yılmaz da hayatına giren bütün kadınları çok severdi.

Şimdi terapiye gidiyorsunuz...

Çünkü zor. Bir sürü şey vardı. Bir sürü zorluk çektim. Koruyucu kanatları artık yok. Büyükbaba da yok. Yılmaz "Baba kompleksini anladım, evlendim, büyükbaba kompleksi ağrıma gidiyor," derdi. Çok komik kavga ederdik. Yılmaz televizyon seyrediyor, ben yırtınıyorum. Dedim ki: "Sen ne biçim insansın, karşında sevdiğin bir insan acı çekiyor. Ağlıyor, bağırıyor, öyle televizyona bakıyorsun," döndü, "Çok üzülüyorum," dedi, yine televizyon izlemeye başladı. Dedim ki: "Yılmaz, demin de televizyona bakıyordun, şimdi de bakıyorsun, ne değişti?" Yılmaz, "Demin üzülmeden bakıyordum, şimdi üzülerek bakıyorum," dedi. Yani o anda her şey bitiyor ve kahkaha ile boynuna atlıyorum.

Atıf Yılmaz artık hayatınızda yok...

Hayır. Yılmaz var, yani Yılmaz yine yanımda. Bu büyük bir çelişki, mesela ben başlarda her gün gidiyordum Zincirlikuyu'ya, ama artık gidemiyorum. Çünkü her gittiğimde kriz halinde ağlayarak geri dönüyordum. Yani o çok gerçek. Oysa burada olduğum zaman o zaten burada. Ama zaman zaman çok korunmasız hissedebiliyorsun kendini. Hiçbir zaman kendimi güçlü hissetmezdim. Ama üstesinden gelebiliyormuşum hayatın. Yaşıyorum işte, gülüyorum.

O gittikten sonra ne oldu?

Artık daha çok kendi kendini korumayı öğreniyorsun, bırakmıyorsun kendini. Hayatımda ilk defa yalnız yaşıyorum. Bütün hayatım boyunca, baba evi, koca evi, baba evi, koca evi...

Yalnızlıkla baş etmek zor mu?

Yalnız değilim o anlamda. Yani pratik anlamda benim bir evim var. O evde sorumluluklarım var. Çok masal okuyan, masal dinleyen bir çocuktum. Galiba onların etkisi var, şimdi kendimi sağlam tutabilmemde. Yani kendi kendime kurduğum düşler ya da varoluş hali. Ama Atıf Yılmaz hep var, anlatılır bir şey değil bu. Tuluhan sana daha komik bir şey söyleyeyim. Ben hayatımda alyans takmadım. Yani kendiminkini kaybetmiştim zaten. Ama Yılmaz öldükten sonra onun parmağından çıkardım ve kendi parmağıma taktım. Bilmiyorum aslında niye taktığımı. Ama birkaç kere çıkarmaya niyetlendim, çıkaramadım.

Hiçbir duygusal ilişki yaşayamadınız mı o gittikten sonra?

Hayır... Ama Yılmaz olsaydı ooo, kaç tane flört yaşardım...

Siz ölseydiniz, onun hayatı nasıl olurdu?

Yine böyle olurdu. Mutlaka sevgilileri olurdu ama beni varsayarak olurdu. Yılmaz her şeydi benim için. Film çekmeyi çok severdi. Bir keresinde "Seni filmlerden çok seviyorum," dedi. Belki doğru değildi, çünkü çok yalan söylerdi... Yılmaz gittikten sonra fark ettim ki, bunu açıklaması çok zor. "Neye karşı koruyordu," dersen, her şeye karşı. Dünyaya karşı koruyormuş meğer. Birlikte kazandığımız parayı birlikte harcardık. Hiçbir zaman para aramızda sorun olmadı. Son dönemde çok zor günler geçirdik. Kriz oldu, feci günler yaşadık. Yani o krizde evler satıldı ama, ne o, ne ben neşemizden en küçük bir şey kaybetmedik.

Sizin için nedir aşk?

Aklı başında insanın deli hali. Aşk denilen şeyin her zaman harlı olabilmesi için de senin bunu üflemen lazım. Ama sen 'Aşk bitti, sevgiye dönüştü,' falan dersen, sıkıcı sevgi haline dönüşür.

Rüyalarınıza giriyor mu ?

Evet giriyor. Hâlâ büyükbabam ve Yılmaz, bazen büyükbabam ağır basıyor, bazen Yılmaz. Dayanamayacak gibi oluyorsun. Çok şanslıyım, çünkü dostlarım benim hazinem. Allah'ım bana büyük bir bağışta bulunmuş. Yılmaz bir gün dedi ki: "Fıstık, sende o kadar çok sevme kabiliyeti var ki, bunu kimseden bekleme. Benden de bekleme. Ben seni kapasitemin sınırına kadar seviyorum, ama sen kendi kapasiteni örnek alırsan çok mutsuz olursun. Kimsede böyle bir sevme yeteneği yok."

Röportaj: Tuluhan Tekelioğlu Sabah Gazetesi - Cumartesi Sabah 12.04.2008

Deniz Türkali ile Kediler Üzerine


23 yılı aşkındır sahnelerde olan Deniz Türkali'yi tek kişilik tiyatro oyunlarından, protest şarkılarından ve birçok sinema filminden tanıyoruz. Hiçbir zaman hayvan delisi olmadığını söyleyen Türkali, 11 yıldır evinde annaanne-anne-kız kedileriyle yaşıyor. Kedilerin yaşamına girmesiyle hayatı algılamasının değiştiğini söyleyen Deniz Türkali, Atıf Yılmaz’ı da kendisi gibi kedici yapmayı başarmış.

Konuşankedi Elif, Deniz Türkali ile Beyoğlu’ndaki ofisinde mırrlaştı.

Yıllardır anneanne-anne-kız kedilerinizle birlikte yaşıyorsunuz. Onları tanıyabilir miyiz?

3 kedim var, yaklaşık 11 yıldır kediciyim. En büyüğü Fıstık (11), kızı Domates (6) ve onun kızı Bulut (2). Evimizde hiç erkek yok. Çünkü benim kedilerim ameliyatlı değil. Belki yakında Fıstık kısırlaştırılacak ama evde 3 kuşak kadın grubu var.


Yıllardır anneanne-anne-kız kedilerinizle birlikte yaşıyorsunuz. Onları tanıyabilir miyiz?

3 kedim var, yaklaşık 11 yıldır kediciyim. En büyüğü Fıstık (11), kızı Domates (6) ve onun kızı Bulut (2). Evimizde hiç erkek yok. Çünkü benim kedilerim ameliyatlı değil. Belki yakında Fıstık kısırlaştırılacak ama evde 3 kuşak kadın grubu var.

Bir söyleşinizde ‘Kimse için fedakarlık yapmıyorum. Onun yerine istediğim gibi planlarımı yapıyorum, kendim için’ dediğinizi okumuştum. Bu bana kedisel bir tavır gibi geldi. Ne dersiniz?

Fedekarlık, doğru bir kelime değil aslında. İnsan türü fedakarlığının karşılığını bekliyor. Kediler beklemez çünkü fedekarlık da yapmazlar. Kediler tercih yaparlar.
Kızımda 2 kedi var. Zeynep çocukken çok istemişti kedi ama bir hayvanın sorumluluğunu taşıyacak gibi değildi. Ben de göze alamadım, hem Zeynep hem de bir hayvan. Zeynep sonradan, ‘Yıllarca bu kadar istedim kedi alalım diye’ söylendi. Sen gidince ihtiyaç doğdu dedim.

Küçükken bahçeli bir evde oturuyorduk ve bir sürü kedimiz vardı. Her zaman hayvanları seven biriydim ama bu sevgi düşkünlük derecesinde olmadı hiçbir zaman. Sadece severdim. Kedilerle özel bir ilişkim başladığı zaman tüm dünyaya yönelik algılamam değişti. Daha önceden de insan merkezli dünyanın ne kadar yanlış olduğunu biliyordum ama kediler bana çok şey öğretti. Artık korktuğum bazı küçük hayvanlardan da korkmamaya ve hatta onları sever oldum. Kedi, güzel bir öğretmen oldu bana. Eğer bakmasını bilirseniz kediden çok şey öğrenebilirsiniz.

Sizi kedide en çok ne etkiler?

Cadı olduklarını düşünüyorum. İtiraf ediyorum ki, benim insanları batıl dediği birtakım şeylere yakınlığım vardır. Gerçekten onların doğaüstü güçlerinin olduğuna inanıyorum. Bu beni çok etkiliyor, bağımsızlıkları, huysuzlukları ve kendi kararlarını ne pahasına olursa olsun kendilerinin vermeleri. Bir de tüylerine gömülüp o mırıltılarını dinlemek... Gerçekten beni etkilemeyen hiçbir özellikleri yok. Arada bir dile gelip birşeyler söyleyecekler zannediyorum ve belki de söylüyorlar ve ben zavallı bir insan parçası olduğum için anlamıyorum. Çok özel şeyler bildiklerini düşünüyorum. Saatlerce meditasyon yapıyorlar, telepatik güçleri olması normal.

Sokaktaki kedilerle aranız nasıl?

Ben Cihangirliyim, nasıl olabilir ki? Cihangir, biliyorsunuz tam bir kedi köpek cennetidir. Ben her gördüğü kediye saldırıp sarmaş dolaş okşayanlardan değilim ama en azından gördüğüm kedilerle selamlaşırım. Zaten onlar da herkes tarafından böyle bir yakınlığı tercih etmezler. Eğer gelir okşamamı istediğini gösteriyorsa okşarım. Nişantaşı’nda öyle bir kediyle tanışmıştım. Yolumu kesti ve iki patisinin üzerine kalkarak ‘beni okşa’ der gibi süründü. Birkaç dakika okşadım onu, sonra işi bitince gitti.

Atıf Yılmaz Bey’i nasıl kedici yaptınız?

Evet, o da kedici oldu. Yılmaz’ın hayatta aklıma gelmezdi bu kadar kedi seveceği. Kendisi de bakışının değiştiğini söylüyor. ‘Eskiden görmezden gelirdim şimdi gördüğüm bütün kediler hakkında düşünmeye başladım, acaba iyi mi, başına birşey mi gelir, sokakta yaşamaktan bıktı mı diye’, diyor. Atıf Yılmaz da bir kedici oldu.

Kısırlaştırma hakkında ne düşünüyorsunuz?

Açıkçası çok kafam karışık bu konuda. Çok üzülüyorum. Sokaktaki kedilerin kısırlaştırılmasına da çok üzülüyorum. Sokakta çok tehlike varsa tehlikeyi azaltma taraftarıyım. Veteriner hekimim, 2-3 senedir Fıstık’ı kısırlaştırmam gerektiğini söylüyor, ama bir türlü kıyamıyorum. Belki de zamanı geldi. Çok azdıkları için kısırlaştırılmalarına da inanmıyorum çünkü kısırlaştırdıktan sonra da azabiliyorlar. Azarsa azsın, ne olacak ki, acı çektiği de yok. Daha cilveli oluyor sadece. Ama sağlığı açısından belli bir yaştan sonra belki kısırlaştırmakta yarar olabilir.


Hayvan hakları yasası sizce Türkiye için lüks mü?

Hiçbir yaşam hakkı hiçbir yer için lüks olamaz. O tasarıyı görmedim. Doğru dürüst br yasa çıkarmak lazım ama herhangi birşeyin haklarının yasallaştırılması lüks olamaz. Bunu çok çirkin ve yanlış buluyorum.

Tiyatro ve sinemaya dair yakın tarihte projeleriniz var mı?

Atıf Yılmaz’ın yöneteceği Eğreti Gelin’in çekimleri Mayıs’ta Kastamonu’da başlayacak. Hala senaryo üzerine çalışmalar devam ediyor. Projeyi Tarık Günersel getirmişti. Çok hoş bir proje. Dolayısıyla aceleye getirmek istemiyoruz. Belki filmde bir rolüm olacak.

Tiyatro yapmayı, aklımı kaçıracak kadar çok özledim. Benim mesleğim, tiyatro oyunculuğu ama 2 yıldır prodüktör olmanın getirdiği işleri yapıyorum. Ve ne yazık ki tiyatro oyuınculuğumu çok sekteye vurdurdu bu ama en kısa zamanda sahneye çıkacağım. Bir sürü projem var. Televizyonda da en son Hürrem Sultan’da oynadım.

Cats’i gördünüz mü? Öyle bir müzikalde yer almak ister miydiniz?

Kedili oyunda oynasam diye düşünmedim hiç. Ama Jean Gabin’in oynadığı Le Chat’te oynamayı düşünebilirim mesela.

Siz bir kedi olsaydınız, nasıl bir kedi olurdunuz?

Ben kesinlikle sokak kedisi olurdum. Çapkın, serseri... Herhalde durmadan çocuk doğururdum. Tabi ki dişi kedi olurdum. Ya da çok rahat ve kedisever bir ailenin tek gözbebeği olurdum. Mesela Fıstık gibi. Eve kapalı kalmak pek cazip gelmezdi. Fıstık gibi olmak ister miydim? Tabi, benim gibi ona tapan bir annesi var, yediği önünde yemediği arkasında, kaldı ki Fıstık aşık da olmuştu. İlk sevgilisinden olan yavrusu şu anda Murathan Mungan’ın kedisidir.

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim.

Deniz Türkali:
Filmleri: Düş Gezginleri, Adak, Gece Melek ve Bizim Çocukları, Seni Kalbime Gömdüm, Dul Bir Kadın, Arkadaşım Şeytan, Tatlı Betüş (TV).
Tek kişilik oyunları: İyi Bir Yurttaş Aranıyor, Küçük Sevinçler Bulmalıyım, Herşey Satılık, Kutsal Aile, Cadılar Zamanı ve son olarak Amerikalı yazar Scott Fitzgerald'ın karısı Zelda’nın hayatını anlatan, Selim İleri'nin yönettiği "Hoşçakal Zelda".
kedigen.com

4 Şubat 2010 Perşembe

GIAN MARIA VOLONTE


Tamamen raslantı; elimde kumanda, asabi asabi kanaldan kanala zap yaparken birden karşıma çıktı. 1960-70 hatta 80 li yılların bence tartşılmaz en iyi oyuncularından biri, belki de birincisi… Yalnız İtalya’nın değil, Avrupa’nın en iyi on oyuncusundan biri Gian Maria Volonte.

Uzun uzun yaşam öyküsünü anlatmak değil amacım.1960-70 li yılların, yani İtalyan Sineması’ nın bence altın çağı. Bir bakıma yine bence, Avrupa’nın da politik hareketlilik açısından “altın çağı”!!!
Gençlik hareketlerinin yükseldiği, sol partilerin kıpır kıpır olduğu “68 liler” adlı bir kuşağın dünyaya damgasını vurduğu yıllar. Devrim fikrinin sınırlarının genişlediği, herkesin umutla yeni bir dünya hayalininin peşinde olduğu yıllar. Avrupa’da sinema almış başını gidiyor. İtalyan Sineması’nda “neo realizmo” sonrası birbirinden ilginç birbirinden güzel sıkı politik filmler çıkıyor. EloPetri, FrancescoRosi, Marco Bellocchio,Damiano Damiani İtalyada o yıllarda sinema dedin mi, ilk akla gelenler.Gian Maria Volonte İtalya’nın Laurence Olivier‘i onların vazgecilmezi...
Beni televzyona kilitleyen Damiano Damiani’nin (Italyan Komünist Partsinin kurucularından Palmiro Togliattinin damadi)”Quine Sabe” adlı filmi. Yanılmıyorsam Türkçe “İstiklal Kahramanları” adıyla oynamıştı.
Film Genc Amerikalı bir CIA ajanıyla, bir haydutun (Volonte)“dost”luğunun öyküsüydü...
Gian Maria Volonte’nin oyunculuk dersi sayılacak oyunlarından biri....Klaus Kinski’ nin de rol aldığı film, neredeyse her karesi ile aklıma yer etmiş, özellikle olağanüstü finali...
“La classe operaia va in paradiso”Isci sınıfı cennete gider” Elio Petri’nin tabii ki Volonte ile çektiği filmdeki işçi Lulu Massa karakterini görenlerin unutması ne mümkün.


O yılların sinemasından söz etmemin, nostalji olarak algılanmasını kesinlikle istemem. Ancak özgürlük mücadelesi içinde sanat cok daha yaratıcı oluyor. İçi boşaltılmış “özgürlük” sözcüğü bazen gerçek anlamını kaybediyor. Para’nın egemenligi her yaratıcı fikri biraz törpülüyor şöyle ya da böyle...
Geçenlerde Cem Mansur çok keyifli, heyecan verici konserlerinden birinin konser öncesi sohbetinde (yoksa Stand up mı demeliyim!) söyle bir anektod anlattı:”İtalya tarihi yaklaşık bir mücadele tarihi devamlı baskılara karşı mücadele ile oluşan bir tarih. Orta cağın karanlığı ardından rönensans. !! Dünya sanatına damgasını vurmus yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler, heykeytraslar.
İsviçre tarihi ise pek sakin ! Oradan çıkan ise, “Guguklu Saat”!!! Zengin bir ülke ne de olsa, tuzu kuru sanatla falan pek işi olmuyor.!!!


Demem o ki, paranın hegemonyasında demokrasiden söz etmek pek mümkün degil.
Gian Maria Volonte’den buraya nasıl geldin diyeceksimiz. Inanın kolayca... Sinema, tiyatro oyunculuk gercek gönül veren kafayı takan o islerle ve tabii dünyayla derdi olanlarin işi..
Gian Maria Volonte tam da böyle biriydi. Böyle bir oyuncuydu.
Son derece saçma ve aptalca buldugum “Çağına tanıklık ekmek”le yetinenlerden değildi o. “La Terra Tremadogru anlayanlardandı...
Mauro Bolognini’nin “La vera storia di Margaret Gautier” “Kamelyalı Kadının Gerçek Yaşam Öyküsü” , filminde Margaretin babası,Marco Bellocchio’nun ”Sbatti il mostro il primo Pagina” Canavarın resmini ilk ilk sayfaya koy” daki “demokrat “ kisvesi altında Fasistlerle işbirliği içindeki Gazete yöneticisi ..”Size bir; şeyler çağrıştırıyor mu?”
“ Sakko e Vanzetti “deki Nicola Vanzetti ...”Caso Mattei” deki Mattei.unutulmaz oyunculuk dersleri..
Bir film neler düsündürüyor insana; itiraf etmeliyim ki o dönemin her kendini bilen genç kızı gibi ona ben de biraz aşıktım... Aramızda kalsın olur mu?

Artık konuyu biraz daha bilgilendirme hafıza tazelemelere yöneltelim;
Cinecitta,yani italyanın Hollywood’u 1937de Mussolini nin onayı ile kurulmus.Maksat “Milli sinema”!!!
İtalyan sinemasını dönemlere ayırmak mümkün.”Beyaz Telefon” dönemi. Hollywood gişe filmleri taklidi... Kalitesiz ancak İtalyan sineması üzerinde hâkimiyet kurmuş.
“Cinema” dergisi ki yöneticisi Vittorio Mussolini (evet bildigimiz Mussolininin oğlu)cevresinde sinema yazar ve elestirmenleri ki aralarında Lucchino Visconti,Michelangelo Antonioni, Guıseppe de Santis de var. Ancak onlar bu Telefono Bianco nun egemenligine muhalifler... Bu gişe filmleri yerine, sinemanin, yüzyıl başındaki “gerçekçi” yazarlara yönelmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Dünyada “yeni gerçekcilik”’in gündeme gelmesi 1946de Roberto Rosselin’nin “Roma Citta Aperta”filmiyle oluyor. Savaş sonrası ilk film... Ardından 1948de Visconti’nin Giovanni Verga’nın romanından uyarladıgı “I Malavoglia’sı geliyor.”La terra trema””Yer Sarsılıyor”
adıyla oynayan ünlü film.


Öykünün geçtiği yerde çekilen filmin özelliklerinde biri profesyonel oyuncuların olmayışı, daha ilginci ise bütün diyalogların yöre dialektigi ile olması. Düşünün ki, İtalyanca alt yazı ile oynamıs İtalya’da...
Neorealistlerin Fransız Realizmo Poetico akımından etkilendikleri bir gercek... Nitekim Antonioni olsun, Visconti olsun Jean Renoirla devamlı ortak çalışma içinde olmuşlar. Yenigercekçilik akımının etkileri Fransız “Nouvelle Vague” “Yeni Dalga” akımını derinden etkilemişti, hatta tetiklemişti bile denilebilir. Ayrıca Amerikan Dokümanter film akımında, Polonya Sinema Okulu’nda etkisi büyüktür. Bazı sinemacılara göre, Dogma95 de de etkileri görünür.

Deniz Türkali

Ayşe Arman'ın Deniz Türkali İle Yaptığı Röportaj

Röportaj: Ayşe Arman / Hürriyet Gazetesi - Hürriyet Pazar 27. 01. 2002


20 yaşındaydı, Londra'da tiyatro eğitimi alıyordu Bay Ernesto'ya tosladı. Penceresinin altında gitar çalıp serenat yapan o İtalyan, kızı Zeynep'in babası olacaktı. Deniz Türkali İtalyanca, Bay Ernesto İngilizce ve Türkçe bilmiyordu.

Ne zaman ki Deniz Türkali İtalyanca öğrendi, ayrıldılar. Atıf Yılmaz aile dostlarıydı, 14 yaşından beri tanışırlardı. Yılmaz Abi derken, Atıf Yılmaz sevgili eşi oldu. 20 yıllık beraberliğin sonunda geçenlerde yayınlanan bir röportajla Türk halkı, ayrılmış olduklarını öğrendi. Ve Atıf Yılmaz ‘‘Dönerse zil takıp oynarım’’ diyordu. Gazetecilik zor zanaat, karşındakine ‘‘Peki ne diyorsun?’’ diye sormak gerekiyor. Ama Deniz Türkali de kolay lokma değil, önce röportaj vermek istemedi. Sonra da aşağıda okuyacağınız kadarını anlattı. O sıkı bir oyuncu. Ve tabii ki oyunlarıyla gündeme gelmek istiyor. İlişkileriyle, eski kocalarıyla değil. Eğlenceli bir kadın, farklı bir kadın. O iri mavi gözleriyle insanı hem sımsıcak sarabilir, hem de bir kaşık suda boğabilir. Yakında da meslektaşımız olacak. Açıklamadığı bir yayın organında köşe yazacak. Yine de bir kıyak yapıp, en uzun röportajını benimle yaptı. Bakalım ben yeni oyununu sahnelediğinde onunla röportaj yapacak mıyım?

İnsanın bir gazete röportajıyla, terk ettiği eve davet edilmesi nasıl bir şey? a) Arkadaşlarımın yüzüne bakamadım b) Utanmış gibi yapıp aslında memnun oldum c) Ay bu adam da delirmiş dedim...

Hiçbiri! Bunca oyun oynadım, konser verdim, albüm yaptım, film çektim, hele geçen sene Zelda'yı oynarken ‘‘Ay n'olur bir röportaj yapsınlar’’ diye öldüm. Öldüm ama kimse yüzüme bakmadı! Ve şimdiki manzara: İnsanlar kuyrukta. Komik tabii. Tecavüz kaçınılmazsa, arkana yaslan ve keyif almaya çalış demişler, ben de öyle yapıyorum, eğleniyorum.

Atıf Yılmaz aynı şeyi billboard'la yapsaydı, şehrin her tarafına ‘‘Beni affet Deniz. Eve geri dön!’’ yazdırsaydı, tepkiniz farklı mı olurdu?

Hakikaten bu olup biten bana Japonca gibi geliyor! Algılayamıyorum. Şaka zannediyorum. Bunlar çok mahrem şeyler. Beni ilgilendiren seneye ne oynayacağım. O zaman benimle röportaj yapılacak mı? Oyunum tanıtılacak mı?

Hiç mi romantik bulmadınız?

Sadece eğlenceli. Ama o kadar.

O BENİM YILMAZ ABİMDİ

Yoksa Atıf Yılmaz, aile sırlarınızı ifşa etti diye sinirlendiniz mi?

Aile kavramına, kutsallığına inanmam ki. Zaten çok fazla ‘‘kutsalım’’ yok. Çok da hoş gördüğüm bir kavram değil aile. Ailem, benim seçtiklerim: Dostlarım, arkadaşlarım. Onlarla ilgili de konuşmam. Biri yakınımsa, o yakınlık onunla benim aramdadır. Tartışırım, itişirim, kakışırım ve bunu da sadece bir başka arkadaşıma anlatırım. Gazeteciye anlatmak aklıma dahi gelmez. Zaten kimsenin de ilgisini çekmez diye düşünürüm.

Ama çekti...

Diyorum ya, tuhaf!

Aşkın reklamı olur mu? Reklamla aşk olur mu?

Şimdi, hayatlar reklam, reklamlar hayat! Olur mu diyorsan, oluyor. Ama benim de bünyem bunu kaldırmıyor.

Tam da bunu soruyorum, böyle hissederken, bir sabah, insanın kendisini herşeyin ortasında bulması... Nasıl bir şey?


Hayretler içinde kaldım. Nokta.

Yine de, ‘‘Bana dönerse zil takıp oynarım’’ lafına gülmez mi insan? Bu adamın güldürme yeteneği hep var mıydı?

Atıf Yılmaz mizah duygusu gelişmiş bir adamdır.

Aşk, ilişki, evlilik, ayrılık, birleşme, tiyatrodan daha mı fazla ilgi çekiyor? Ve bu durum, Genco Erkal gibi sizin de mi moralinizi bozuyor?

Moralim bozulacağı kadar bozuldu zaten. Ama geçen sene daha bozuktu. İnsanlar neden oyunuma ilgi göstermedi diye kahroldum. Hani gelirsin beğenmezsin, ‘‘O kadar kötü oynamışsın ki, bu ne rezalet!’’ dersin, ben de tartışırım seninle. Çünkü oyuncuyum ben ve bir mesleğim olduğuna göre, hayatımı değil işimi konuşmak isterim!

Sizce terkettiğiniz eşinizde görülen sendrom neyin göstergesi a) Yetmiş yaş b) Gündeme gelmek c) Çaresizlik d) Bir tür ağız ishali

Hiçbiri. Aslında içten olduğunu düşünüyorum. Yılmaz, röportajda olduğunu düşünmez. Eğlenceli eğlenceli konuşmuştur. Gazetede görünce de dehşete düşmüştür. Öyledir Yılmaz...

Atıf değil Yılmaz deniyor öyle mi?

Eee çünkü o benim Yılmaz Abi'mdi!

O ne demek?

Babamın arkadaşıydı Yılmaz. 14 yaşından beri tanışıyoruz. Her şeyimi bilir. Aile büyüyüğüm sayılır. Ona çok uzun süre Yılmaz Abi dedim. Flört etmeye başladıktan sonra bile. Ağız alışkanlığı işte.

Şebnem İyinam'ın röportajında o kadar hoş şeyler söylemişti ki size dair, başkalarının kadınlık gururu okşanabilirdi...

Ne münasebet! Yılmaz'ın beni çok sevdiğini ben zaten biliyorum. Bunu bir de gazeteden okumam mı icap ediyordu?

Uzun evliliklerde ne oluyor? İlişki neye dönüşüyor?

Annem babamdan 50 yıllık evlilikten sonra boşandı. Aşkın bittiği gerekçesiyle. Genellemelerden hoşlanmam ama şöyle bir gözlemim var: Kadınlar daha cesur. Hayatlarını, yalnız başlarına, çok daha rahat sürdürüyorlar. Erkekler için zor. Yalnızlık onları korkutuyor. Ayrılabilmek için başka bir kadına aşık olmaları gerekiyor. Yaşamını tek başına sürdürmek için ayrılan erkek sayısı az...

Sizce Deniz Türkali nasıl tanınıyor? a) Atıf Yılmaz'ın karısı b) Vedat Türkali'nin kızı c) Nevi şahsına münhasır bir oyuncu.

Birinin kızı, birinin karısı olarak değil, bir oyuncu olarak tanındım. Buna çok dikkat ettim. Pek çok insan Yılmaz'la evli olduğumuzu bile bilmiyordu. Hatta, aramızda yirmi yaş fark olduğu için beni onun kızın zannedenler bile olurdu.

Çok flörtçü bir adamla evli olmak nasıl bir duygu? Siz de öyle misiniz?

Flörtten ne anladığınıza bağlı! Rahmetli Mina Urgan bana ‘‘Fingirdeksin kızım!’’ derdi. Ben sadece erkeklerle değil, hayatla flört ediyorum.

O nasıl oluyor?

Hayata karşı kışkırtıcı olmak, hayatın seni kışkırtmasına izin vermek, açık olmak, meraklı olmak, düş kurmak, düşlerini aramak... Hayatımın en büyük aşklarından birini, itiraf ediyorum ki, kedilerimle yaşıyorum. Biliyorum, bu kedi muhabbeti iyice baydı artık, her konuşan kedisine, köpeğine aşık, ama n'apim öyle, on yıldır Fıstık adlı bir kedim var, ölüyoruz birbirimize. Onunla yaşadığım dargınlıkları, küskünlükleri, barışmaları, bir anlatsam... Hakikaten aşk! Ondan söz ederek ağzımın suyu akıyor, dişlerim kamaşıyor. Bu da hayatla flörtün bir parçası işte. İnsan merkezli dünya beni delirtiyor. Bütün kış düşünü kurduğum Bozcaada'ya gidiyorum yazın. Işıkların olmadığı bir yerde yemek yiyoruz. Sonra denize giriyoruz. O yakamozlar... O yakamozlar mı yıldız, sen mi yıldızların içinde yüzüyorsun? O zaman ‘‘Bu nasıl büyük bir şans’’ diyorum kendi kendime ‘‘Burada olmak, yaşamak, hayatla flört etmek...’’

NEFRET EDERİM STATÜKODAN

Yirmi küsur yıldan sonra boşanmaktan korkanın kadın olması gerekirken, siz neden toplumun dengesini bozuyorsunuz?

Toplumun dengeleri bozulmak için var! Bir de neden yirmi küsür yıldan sonra boşanılmayacakmış! Gençlerde tuhaf bir yanılgı var: Kendilerinden büyüklerin hakları yavaş yavaş geriye alınmalı. Onların aşık olmaması gerekiyor, onların boşanmaması gerekiyor. Yok ya! Nefret ederim satükodan!

İyi de başka birine aşık olabilecek miyim diye korkmaz mı insan?

Bunun hesabı yapılmaz ki! Başkasına aşık olabilecek miyim olamayacak mıyım? Statükoyu bozabilecek miyim bozmayacak mıyım?

Toplumsal tepkilerden hiç korkmaz mısınız?

Valla hatırlamıyorum korktuğumu. Ama tabii hapse girmek, işkence görmek istediğimi söyleyemem. Ama benim de ayıp kavramlarım var.

Ne onlar?

Mesela özel hayatımın uluorta konuşulması çok ayıp geliyor. Hakikaten utanıyorum. Ama hayatım zaten başkaları adına utanmakla geçti! Çok kötü bir oyuncuyu seyrederken de utanırım. Mahvolurum. İnşallah, ona baktığımı görmemiştir diye başka tarafa bakmaya çalışırım.

NE ZAMAN MI ZİL TAKACAĞIM

Artık korktuğunuz ne kaldı? Başarısızlık, ilgisizlik, aç ya da açıkta kalmak, geleceksiz olmak...

Öyle korkularım yok benim. Beni korkutan dünyanın hali. Açlık grevlerinde ölen arkadaşlarım, onları tanımıyorum ama hepsi arkadaşım. İnsanlara ve hayvanlara yapılan zulüm beni korkutuyor. Kedime bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Bir de tabii bir gün oyun oynayamayacak hale gelmek. Sesimi kaybetmek. Görememek. Hep önlem alıyorum bu yüzden: Kötürüm olursam şarkı söylerim, gözlerim kör olursa kör alfabesi öğrenirim gibi!

Kızınıza verdiğiniz en önemli öğüt nedir?

Eğitime inananlardan değilim. Benim için önemli olan adalet duygusunun olması. Kızım Zeynep'e de onun kızı Ceren'e de anlattığım budur. Onların sorduğu her soruya, ‘‘Ben böyle düşünüyorum, ama başkaları farklı düşünebilir, siz kendi doğrularınızı kendiniz bulacaksınız’’ diye cevap veririm. Benim hayatımda zaten onaylamadığım otoriteler var. Dolayısıyla ben kimsenin hayatında otorite olmak istemem. Çocuklara güven aşılamak önemli. Ama bu da öğretilecek şeyler değil, birlikte yaşanılarak ediliniyor.

Peki bir çocuk şunu bilmek istemez mi, arkadaş değiliz sadece, o aynı zamanda benim annem!

Doğru. Böyle bir hata yaptım ben. Kızım beni hala arkadaşı zannediyor. Üstelik Ceren de öyle zannediyor. İkisi de farkında değil, birinin annesi ötekinin anneannesiyim! Bu sözcük de hiç hoşuma gitmiyor!

Son soru: Atıf Yılmaz ne yaparsa siz zil takıp oynarsınız?

Çok güzel bir film çekerse... Neden olmasın, zil takıp oynarım!


TÜRKİYE'NİN MRS. ROBİNSON'U OLACAK

Önceki oyunlarıyla medyanın ilgisini çekememekten şikayet eden Deniz Türkali, yeni projesiyle sadece medyanın değil herkesin ilgisini çekmeyi başaracak. 60'ların kült filmi ‘‘The Graduate’’, yeni mezun genç bir öğrenciyle olgun ve deneyimli bir kadının ilişkisini anlatıyor. Geçtiğimiz yıllarda ünlü isimler tarafından tiyatroya da uyarlandı. Şimdi de Deniz Türkali, Kathleen Turner'ın oynadığı bu iddialı rolle Türk izleyicisinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Yeni mezun gencin rolünü Ozan Güven'e teklif etmiş. Onu yetenekli ve hoş buluyor. Tek derdi oyun sahneleninceye kadar Ozan'ın yaşlanmaması..!

DENİZ’İN VASİYETİDİR


Açıklamak istiyorum ki, uygulamaya mecbur kalsınlar! Hem insan bir kere ölüyor: Girit Adası'na götürüleceğim. Orada bir sal hazırlanacak. Salın üzerine yatırılacağım. Üzerimde beyaz bir elbise olacak. Yüzüm açık kalacak. Her tarafımda çiçekler. Üzerime içkiler dökülecek. Ve sal denize itilecek. Derken herkes elindeki ateşli okları fırlatacak. Ve ben denizin ortasında yanmaya başlayacağım... Bu bir film sahnesi aslında. Ama benim vasiyetim olmasında da bir sakınca yok!

YUNAN SİNAMASI / Deniz Türkali'den Sinema Üzerine




Gavras, Angelopulos, Teodoraki,s Irene Papas falan…

Babam hapisten çıkmış. Yesilçam’ın ünlü ''hoca”sı olmuştu, ben herhalde 14 yaşlarındaydım. Dünyalar kadar sevdiğim büyükbabam bize gelmisti. 80’ine yakındı. Beni sık sık sinemaya götürür ve her öpüşme sahnesinde “baska iş yoktur !!!”diye, küçümser beni güldürürdü. Büyükbabamın anneanneme aşık olması ve nice zorluklarla ancak 12 yıl sonra evlenebilip ama zifaf gecesi nedendir bilinmez, yatağa girer girmez uyumuş olması bizi eğlendiren hikayelerdendi. Kendisine neden böyle yaptığı sorulunca “acelesi yoktur” demesi ise ayrı bir eğlence konusuydu. Büyükbabam doktordu; iyi bir cerrahtı ve benim dünyada en sevdiğim kisiydi…Konusmayı söktükten sona (yaklaşık 9 aylıkken!) bütün “anneee” diye ağlayan çocuklara inat “büybabaaa “diye ağlamam herkesce şaşkınlık ve biraz da kıskançlıkla anlatılır…



Başa dönersek ,yani büyükbabamın bize geldigi o güne … Kapı çalındı ve Metin Erksan geldi.Niçin babam ortada yoktu, hatırlamıyorum ancak Metim Erksanı, babam gelinceye kadar ağırlamak bana düşmüştü, kahve pişirmeye gittim. Dönüşte Metin’in heyecan içinde büyükbabama “Kakoyanis (Cacoyannis)“adlı bir yönetmeni anlattığını , büyükbabamın da onu büyük bir ciddiyetle dinleyip onayladığını gördüm.. Amerikan sinemasından başka sinema bilmeyen ben ilk defa Yunanistanda da sinema oldugunu ögreniyordum.Büyükbabamın ise nezaketen mi yoksa (hiç sanmıyorum ama) gerçekten Kakoyanis’I bildiginden mi bu derin sohbetin bir parçası olduğunu hiç ögrenemedim.
Daha sonra Yunanistanın Filiz Akın’ı AlikiVuyuklaki filmleri gelmeye basladı. Türkiye’ye ama ben artık sinemayı farklı (!) değerlendirmeye baslamış, tabii ki o Aliki Vuyuklaki filmlerini küçümsemeye başlamıştım bile!!!!(Nice sonra Aliki Vuyuklaki’nin ne kadar önemli bir tiyatrocu ve solcu ve hatta Komünist olduğunu ögrenecek ve yüzüm yerlere geçecekti !!!)

Yunan sinemasını yazarken bu sefer her zaman yaptığım gibi uzun uzun sinema tarihi kuruluşu gibi ansiklopedik bilgiler yerine, bu sinemanin benim açımdan etkilerini ve sırası gelsin gelmesin uçuşan çağrışımlarından söz etmek istiyorum.

Costa Gavras’la baslayalım. Benim Gavras Sinemasıyla tanışmam “Z” yani “Ölümsüz” filmiyle oldu. 1969 yapımı bu film Grigoris Lambrakis adlı solcu bir politikacının (Yves Montand) ölümünü araştıran bir yargıcın devlet görevlileri tarafından nasıl engellenmeye çalışıldığının hikayesidir. (Birden bu anlatımın “Z” filmini, hiç de ifade etmediğini fark ettim. Ancak bir film yalnız hikayeden ibaret değildir, bildiğiniz gibi…)
Film Albaylar Cuntasi döneminde çekilmiş ve aynı yıl “En İyi Yabanci Film “ Oscar’ı almıştı.

Gavras daha sonra “L’Aveu” “Itiraf”, filmini çekti. Yıl 1970, yani Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakyayı işgalinden iki yıl sonra …Stalin döneminin baskıcı uygulamalarını anlatan bu filmed, yine Yves Montand oynuyordu. Gavras belki de ünlü Fransiz Sinema okulu IDHEC’e gitmeden önce okuduğu hukuk nedeniyle ya da babasının tescilli komunist olması nedeniyle “adalet “meselesini takıntı etmiş bir yönetmen (benim favorilerimden biri de O dur.) Nitekim daha sonra çektigi “Sıkıyönetim” “State of Siege”. Uruguayda baskıcı hükumetle işbirliği içinde olan işkenceci Don Mitrion la birlikte Tupamaros’ca kaçırılan Amerikan Sefirini, yine Yves Montand oynayacak ve adalet yine sorgulanacaktı…Yıl1973… “Missing” “Kayıp” adli film de Silide darbeden sonra oğlunu arayan babanın “Jack Lemmon” ve kayıp oğlanın karısı “Sissy Spacek” in öyküsü yine “adalet” sorgulaması içerir.Bu film Cannes de “Yılmaz Güney’in senaryosunu yazıp :Serif Gören’in çektiği “Yol” filmiyle birlikte Altın Palmiye almış, aynı yıl en iyi adaptasyon Oscarı da yine “Missing “”Kayıp” filminin olmuştu. Gavras, politik filmlerin yanısıra savaş filmleri yaparken kara mizahı sık sık kullanıyor, olayları gerilim atmosferinde vermeyi büyük bir başarı ile sürdürüyordu.Gavras zaman zaman kendi yaşadıklarından da çıkarak dünyayı, gizli tutulmaya calısılan olaylara fokuslamayi, ozüne uygun bir sinema diliyle aktarmayı basariyordu.

Politik sinemadan söz etmisken; şunu unutmamak gerekiyor ;politik filmlerin dili, estetigi birbiriyle en ufak bir benzerlik taşımıyor. Eğer bir örnek vermek gerekirse; bence en carpıc örnek Gavras ve Angelopulos arasında belirginleşir. Angelopulos’un sineması da politik sinema iken, dilleri ve anlattıkları hikayeler birbiriyle kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Angelopulos’un flmleri “Gezgin Oyuncular”(Travelling Players) “Avcı”(The hunters), “Ulysesse’ Gaze”(Ullysse’in Bakisi) sinema diliyle tamamiyle kendine özgü bir ifade tarzı vardır.(Biliyorum, Angelopulos' dan bu kadar az söz etmek ayıp, ama ben Gavrasciyim!!!) Başka zaman artık…



Yunan kültürünün herhangi bir disiplininden söz etmeye kalktığınızda, Teodorakis mutlak surette karşınıza çıkacaktır. Gavras’ın yukarıda sözünü ettiğim ünlü “Z” (Ölümsüz ) filminin müziklerini bilmeyenimiz yoktur..Direniş şarkıları , Albaylar Cuntası sırasında sürgünde yazdıgı sarkılar, Direnis Günlügü adlı kitabı…Başta demin sözünü ettigim “Z” “Ölümsüz “olmak üzere 12 film müzigi yaptı. ”Zorba” (Zorba the Greek) ,”Serpico” Sidney Lumet’in çektigi, Al Pacino’nun oynadığı ünlü film, bunlardan birkacı…




Başlıkta adını saydığım oyuncu Irene Papas yine benim favori oyuncularımdan. Son derece dramatik (ve tabii Elenik ) bir yüz yapısına sahip olan Irene Papas’I “Z” de “Zorba”’da , Elektra’ da görenlerin unutmasına imkan yok. Uluslararası üne kavusmasını Elia Kazan ile tanısmasına borçlu oldugu söylenir. Ama ona asıl ününü, “1961 de çektigi “Navaron’nun Topları “ filmindeki direnisçi kız Maria Pappadimos getirmisti. Eski Yunan Tragedyalarının vazgeçilmez oyuncusu, baktığınız zaman yüzünde kimi zaman Antigone’yi kimi zaman Elektra’yı, kimi zaman Medea’yı görebileceğiniz bu kadın, benim hayatta gördüğüm en dramatik, en çarpıcı ifadesi olan oyunculardan hatta kadınlardan biri. Pardon biri değil, en çarpıcı ifadesi olan oyuncu.


Yunan Sinemasından sözederken kücük ve komik ( yani bence komik ) bir hikayemi anlatmadan gecemiyecegim. Drama’da “Uluslararsı Kısa Metraj Filmler Festiiiivali”ne gimistik. Yunanlı genc bir arkadasımızın filmi de yarısıyordu.Filmler sabah sanırım 09.00 da gösterilmeye baslıyor gece 24.00 kadar aralıksız devam ediyordu.Akıl almaz bir sey..Hangi jüri nasil onca filmden ne anlıyordu bilmiyoru.m. Ama bitmedi… Yıl 2001 di..Inanmazsınız onca saat o salon tıklım tıkıs doluyordu ama nasıl? Bir :hiç kimse oturup da sessizce film seyretmiyordu.salonda cep telefonları devamlı calıyor,insanlar ya avaz avaz bagırarak konusuyor, yada yine bagıra cagıra dısarda konusmak üzere yerlerinden fırlıyorlardı.
Dereceye giremeyen arkadasımızı “Bu kosullarda film seyreden juri’ninasla saglıklı bir karar veremeyecegini söyliyerek teselli etmeye calıstık. Ama bu konuda pek basarılı oldugumuz da söylenemez.
Haa bu arada yukarda söylemeyi unuttum.; Irene Papas’ın Marlon Brando’la ask yasadıgını biliyor muydunuz!!!!!!

Deniz Türkali

Deniz Türkali ve Atıf Yılmaz Evlendi


8 Ocak 2010 Cuma

Deniz Türkali'den Roma'ya Mektup


Sevgili Roma,



Sana bu mektubu İstanbul' dan; doğup büyüdüğüm hayatımın uzun yıllarını en çok geçirdigim bu dünyanın (benim gördüğüm) en güzel şehirlerinden birinden yazıyorum.
Sen benim için belki İstanbul kadar sevdiğim,İstanbul kadar birlikte yaşanılası yerlerden birisin. Seninle çok değerli, eğlenceli ,zaman zaman çok acıklı anlar yaşadık.
İlk karsılasmamız güneşli bir kış günüydü.Yeni evlenmis, Londra'dan İtalyan eşimin (doğal olarak İtalyan !) ailesiyle tanışmaya gelmiştim. Stazione Centrale (Merkez İstasyonu)n’ dan taksiyle Leur istikametine giden yolda boynumu, seni iyice görebilmek için yaklaşık 360 derece döndürme becerimle Ernesto’da (İtalyan eşim!) şeytan oldugum kaygıları uyandırdığımı hatırlıyorum!
Geçmişin ,yaşadıkların,Romus ve Romulus kardeşlerden,Neron’a,Neron’dan Sezar’a,Sezar'dan Mussolini’ye ne kadar kanlı diktator sana egemen olmuşsa da, onlardan sana kalan en baskın miras “Hedonizm” olmuş! Kıymetini bil !
Yıllar sonra Zeynep (kızım)bir yaşlarındayken onu “marsupio”(kanguru) suna koyup, sabahın köründen akşam saatlerine kadar sokaklarını arşınlamam, “Piazza d’Ispania”(İspanyol Merdivenleri) da Zeyno’ya çıplak ayaklarla yürüme öğretme gayretlerimin, eve dönünce çocuğu “Villa Borghese” de gezdirdiğimi sanan kayınvalidemin, ikimizin leş gibi ayaklarına bakıp baygınlıklar geçirmesine neden olmasını nasıl unuturum. Ama seni tanımanın tek yolu buydu. Sokaklarında yürümek ,en güzel espressoyu hangi Bar’ın ,en güzel Pizzayı hangi fırının yaptığını keşfetmek.
Uzun uzun senin nasıl sanat ve kültür şehri olduğunu anlatacağımı sanırsan yanılırsın.O herkesin şahane bulduğu heykeller (ki tabii ki şahaneler) değil beni çarpan, senin herşeyi verip bunu bir marifetmiş gibi sunmayan yanın. (Laf aramızda Floransa’nın tam tersi!!!)
Daha sonra “Kutsal Aile” oyununun provaları icin Dario Fo ve Franca Rame ile çalışırken, yeni bir oyun çıkararken tek başıma yaşadığım o sancılı günleri bir tek seninle paylaşmamı,ağlaya ağlaya sokaklarında dolaşmamı ,gecenin bir saatinde hep tek başıma Fontana di Trevi (Trevi Cesmesi)ye kendimi atıp kurtulma istegimin komikliğini (suyun yüksekliği 30cm.!!!) bir yandan ağlayıp bir yandan gülerken iyi ki bu fikrin aklıma (kendimi suya atma fikrinin!) Lungo Tevere’de yürürken(Tiber nehri kıyısı) gelmedigine şükretmemi nasıl unuturum!
Birkaç yıl önce Yunanistan'dan “ Romaya gitmezsem ölürüm” duygusuyla kendimi önüme gelen ilk uçağa atıp sana kavuşmamı, dört gün yaklaşık günde sadece iki saat uyuyarak her köşeni adım adım gezip hasret gidermemi, geçen Yılbaşı benzer bir krizle “Yılbaşında Positano’da olmalıyım!” deyip dönüşte artık İtalya'da gerçek bir “STAR” olan Serra’nin(Yılmaz) “Çabuk buraya gel! “ komutuyla Positano'dan apar topar sana gelmemi nasıl unuturum. Bir yılı geçti, ayrıyız. Ama en kısa zamanda kendimi senin şefkatli ve eğlenceli kollarına atacağım. Ve unutma böyle bir aşk mektubunu senden başkasına yazamazdım herhalde …yok hayır… sana yalan söyleyemem…yazarım … hele Roma - Napoli arası ucakta tanışamadığım, adını bile bilmedigim o Daniel Auteulle’ benzeyen adamı bulursam, bak ona yazabilirim! Şaka şaka Roma! Bekle beni…


Deniz Türkali


DENİZ TÜRKALİ




İstanbul' da doğdu. Nilüfer Hatun İlkokulu, Nişantaşı Kız Lisesi'nde okurken Radyo Çocuk Tıyatrosu'nda Radyo oyunlarında oynadı. Şişli Koleji'nden Mezun oldu. İlkokulda bir yandan da, konservatuarın bale bölümüne devam etti. Liseden sonra Konservatuar Tiyatro Bölümünü kazandi iki yıl okuduktan sonra Tiyatro eğitimine Londrada devam etti.. Bir yandan da müzik çalışmalarını sürdürdü. Avrupanın çeşitli ülkelerinde Konserler verdi.
Türkiyeye döndükten sonra bir sure Milliyet Yayınları'nda yayın danışmanlığı daha sonra Milliyet gazetesinde habercilik yaptı.

1980' de asıl mesleği olan oyunculuğa döndü. Bir yandan tek kişilik oyunlarını oynarken diğer yandan şarkı söylemeye devam etti. Radyoda program yaptı. Televizyonda Sinema proramında sohbetler yaptı. Sinema ve TV filmlerinde oynadı. Film senaryoları yazdı. Film müziklerini seslendirdi.Tiyatronun yanı sıra Kabare programlarında oynadı. “Beyoğlu” dergisinde köşe yazıları, “Kriter” dergisinde Avrupa Birliği ülkeleri sinema tanıtım yazıları yazdı.
“Şehvet” adlı bir albümü var. İlk evliliğinden olan kızı ise, ünlü pop müzik şarkıcısı Zeynep Casalini' dir.

Hayatının yarısından fazlasını Atıf Yılmaz'la paylaştı. Barış Pirhasan ve Yavuz Özkan’la “Atıf Yılmaz Stüdyo” sunu kurdu.

SENARYOLARI


Minik Serçe
Mine


TV DİZİLERİ

Dudaktan Kalbe
Kabuslar Evi (Onlara Dokunmak)
Düşler ve Gerçekler
Damatlık Şapka
Peki Olur Şekerim
Çemberimde Gül Oya
Hürrem Sultan
Herşey Aşk İçin
Safiyedir Kızın Adı (Müzikli Oyun adaptasyonu)
Deniz Gurbetçıleri
Tatlı Betüş


FİLMLER

Eylül Fırtınası
Ayışığı Sonatı
Gece Melek ve Bizim Çocuklar
Düş Gezginleri
Arkadaşım Şeytan
Dul Bir Kadın
Seni Kalbime Gömdüm
Adak
İbo ile Güllüşah


TİYATRO OYUNLAR

İyi Bir Yurttaş Aranıyor (Tek Kişilik Müzikli Oyun)
Küçük Sevinçler Bulmalıyım (Tek Kişilik Müzikli Oyun
Herşey Satılık (Tek Kişilik Müzikli Oyun)
Kutsal Aile
Dallar Yeşil Olmalı
İnsan Sesi (İtalyanca)
Evita (Müzikal)
Cadılar Zamanı
Kamelyalı Kadın (Müzikli Oyun)
Kuklacı
Müzikaldeki Hayalet (Müzikli Oyun)
Çalıkuşu
Pazar Günkü Cinayet)