18 Kasım 2010 Perşembe
"Evita" Deniz,kararlı: Siyahlarımı Çıkarmam
Cezaevlerindeki açlık grevlerini destekleyen ve önceki gün Galatasaray'da, siyahlar giyinmiş hanımların yaptıkları korsan gösteriye katılan "Evita" oyununun başroldeki oyuncusu Deniz Türkali, "Cezaevlerindeki olaylar son buluncaya kadar siyah kıyafetimi çıkartmayacağım" dedi...
ATIF YILMAZ, EVİTA'YI ZEVKLE SEYRETTİ
"Tiyatro, Çırılçıplak Soyunmayı Bilmektir"
TÜRKİYE'NİN EVİTASI
Protest müzik yapan, Evita Müzikali'nin dört Evitası'ndan biri olan tiyatro oyuncusu Deniz Türkali'ye müzikal hakkındaki düşüncelerini sorduk. Türkalii müzikale yöneltilen eleştirilere katılmıyor...
Türkali: Her şeyden önce bir müzikale bu kadar çok politik anlam yüklemek çok doğru gelmiyor bana.Evita müzikali de dünyanın en önemli, en yaygın müzikallerinden biri.Bunların en önemli nedenlerinden biri de başta müziğinin çok sağlam, çok güzel ve çok keyifli olması.Dramatik yapısının çok sağlam olması.Konunun ilginçliği.Böyle olunca bir müzikalde, bütün bunların yanı sıra bir politik mesaj aramak, olumlu ya da olumsuz, çok gerçekçi görünmüyor bana.Artı, mitlerin kırılmasından söz ettiniz.Ben kendi payıma mitlerin kırılmasından yanayım zaten.Ayrıca 33 yaşında kanserden ölen bir kadına acımanın da çok gayri insani olduğunu düşünmüyorum.
DENİZ VE ERNESTO
"İYİ BİR YURTTAŞ ARANIYOR"
Yeni Mevsimde "Yalnız Bir Kadın"
Son Günlerin Beğenilen Çifti
Londra'da tanışıp evlenen İstanbul'lu Deniz ile Napoli'li Ernesto nihayet Türkiye'de...
Bu iki isim, Londra'da tanıştıktan sonra kurdukları ikiliyle, müzik dünyasında çalışmaya başladılar. İngiltere, Almanya ve Danimarka'da çeşitli gece kulüplerinde çalıştıktan sonra Türkiye'ye gelen Ernesto - Deniz ikilisi şimdi İstanbul'da gece kulüplerinde faaliyet gösteriyor.
Deniz Türkali'nin Avrupa Çıkarması
22 Nisan 2010 Perşembe
Deniz Türkali'den Başbakan'a Mektup
Kürt açılımı yahut demokratik açılım, adı her neyse (zaten birbirinden ayırmaya pek imkan yok) konusunda sanatçılarla konuşmak onların görüşlerini almak istediniz. Ben bir sanatçıyım. Ve benim de size söyleyeceklerim var. Bir iktidara en gerekli şeydir, doğru dürüst muhalefet. Sizin iktidarınızın büyük eksiklerinden biri sanırım bu. Ben demin de söylediğim gibi sanatçıyım, kadınım ve olması gerektiği gibi muhalifim.
Üstelik hiçbir iktidara talip bir muhalefet olmadığım için sanırım, “tedirgin olmadan” çok rahat kulak verileceklerden biriyim. Sanatçılarla görüşme isteğiniz, sizin de ihtiyacınızın bu olduğunu belli ediyor.
Kürt açılımı yahut demokratik açılım, adı her neyse, Güneydoğu’da savaş devam ederken, Kürtlerin partileri (kaçıncı sefer unuttum) bir kez daha kapatılmışken, nasıl mümkün olacak? Bence ancak şöyle: Onunla görüşmem, öbürünü muhatap almam demekten vazgeçip (en muhatap alınacaklar neden bertaraf edildi, ayrı bir konu) bu savaşı ne durduracaksa, barışa kimin katkısı olacaksa, bir an önce harekete geçip “gerçek” bir barış sağlamakla.
Çoğunluğun oyları ile iktidara gelmiş bir hükümetin “demokratik yönetimi”, azınlığın kendini özgürce ifade etmesine olanak sağlamaktır. Oysa yaşadığımız ülkede hiç de böyle olduğu söylenemez. Demokratik açılımdan söz ediyorsunuz. Bir yandan savaş sürerken, bir yandan da azınlıkların bir kısmına (Ermeniler) kapı göstermeniz, hangi “açılım” samimiyetinin göstergesi olabilir?
Savaş içinde büyüyen çocukların taş attılar diye hapislere tıkılması, işkence görmesi, Filistin’deki çocuklara (haklı olarak) ağlayan siz Başbakanın vicdanını sızlatmaz mı? Kadınlara, eşcinsellere, travestilere yönelik ayrımcılık ve şiddet demokrasi isteyen, vaat eden bir Başbakan olarak ne önlemler düşünüyorsunuz? Sağlık Bakanlığı’nın sperm bankasından alınacak spermin milliyeti konusundaki önlemine, ne diyorsunuz sevgili Başbakan?
Sevgili Başbakan, samimiyetle ifade edeyim ki, eğer bu açılım meselesini ortaya atmasaydınız bu soruları size yöneltmek aklımın ucundan bile geçmezdi. İnanın geçmişte hiçbir başbakana bir satır yazmışlığım yok. Ama iyi ki yaptınız. Ben de bu soruları size sorma fırsatı buldum. Biliyorum işiniz zor çok zor ama Başbakanlığa da sizi ben zorlamadım. Ne diyeyim? Kolay gelsin sevgili Başbakan...
Not: Kediler dünyanın en harika yaratıklarıdır. Leonardo Da Vinci’nin onlara “Dünyadaki en mükemmel canlı” dediğini duymuş muydunuz?
Deniz Türkali
Radikal Gazetesi - Radikal 2
16 Mart 2010 Salı
İSKANDİNAV SİNEMASI
Martha Toren adı, kaç kisiye bir sey ifade eder? Ben küüüüçücük bir kız çocuğu iken, annemle Puccini’nin hayatı üzerine bir filme gitmistik. Filmin adı da yanılmıyorsam, Puccini idi. Puccini’nin karısı Elvira rolünde ise, İsveçli oyuncu Martha Toren oynuyordu. Şimdi siz diyeceksiniz “eeee???” Ama … filmi seyreden herkes bana sonradan “iste! Deniz büyüyünce, aynı bu Martha Toren’e benzeyecek” deyip beni fevkalade sevindirmislerdi .Küüüüçüklüğümden bu yana tabii ki bu adı hiç unutmadım. Umarım Sebnem, sevabına onun bir fotoğrafını (en güzel olanını tabii ki…) bulup benim yanıma koyar !!!!
Şimdi tabii siz hala “eee??? “demeye devam ediyorsunuz, yani şunu demek istiyorum. ! İskandinav sineması dedik de aklıma geldi!!! Canım Martha Toren İsvecli ya….
Şimdi; ilginç bulacağınızı düşündüğüm bir şeyle başlamak istiyorum. Dünyadaki ilk Film Prodüksiyon şirketi, 1906’ da Kopenhag’da kurulan Nordisk Film Kompagni imis…
1910da Kosmorama’nın (ki o da bir prodüksiyon şirketi)“The Abyss” filmiyle Asta Nielsen dünyaca ünlü bir yıldız olunca, aynı yolu izleyip erotik melodramalar çekmeye başlamıs Nordiks de...(Bu tabii ki bildiginiz gibi sessiz sinema dönemi…) bu dönem Danimarka sinemasının en çarpıcı örneği 1913 de Benjamin Chiristensen’in yönettiği ‘The Mystarious X’ ile 1915 de çektiği ‘Night of Revenge’ filmleridir.
İsveç sinemasını uluslararası pazara taşıyanlar ise, Victor Sjöstrom ile Mauritz Stiller olmuştu. Özellikle Stiller’in sinemaya uyarladığı “Gösta Berling’s Saga” Greta Garbo’nun uluslararası sinema piyasasında tanınmasına neden olmuştu.
Sessiz sinema döneminde Finlandya ve Norveç sinemaları büyük ölçüde iç pazarlarından dışarı çıkamamışlardı.
Ses, sinemaya girince yani sinema “ses”lenince birçok ülke gibi İskandinav sineması da iç pazara odaklanmak zorunda kaldı. İsveç’de Gustaf Molender’in 1936’da çektiği “Intermezzo”filmi yeni bir dünya yıldızı’nın doğuşunu müjdeliyordu, bu genç yıldızın adı Ingrid Bergman dı…
Danimarka sineması müzikal komedilere yönelmiş ve Margaret Vilby bu filmlerin yıldızı olmuştu.
Savas sonrası Alf Sjöberg (ki iki kez Cannes Film Festvali’nde büyük ödülleri almıştı.1946’da “Torment“1951de “Miss Julie” filmleriyle)
ve Ingmar Bergman İsveç sinemasını biçimlendirmeye ve 2.Dünya savaşında tarafsız duran ülkenin endişe ve gerilimini anlatan konulara eğilmeye başladılar.
Danimarka sineması savaş sonrası kaçınılmaz olarak direniş hareketini ve işgal sırası politikacıların tutumunu ağır biçimde eleştiren filmler yaptı. Bu filmlerin en iyi örneği Theodor Christen’in 1946’da çektiği “Freedom is at Stake” dir.Yine aynı yıllarda Finlandiya sinemasının temsilcisi yalnız iç pazara yönelik filmler çeken Nyrky Tapiovaara ve Edvin Laine idi.
Popüler sinema 1950’ lerde de “kaçıs sineması” denilen türün içinde kaldı.
1960’lara gelindiğinde yeni kuşak sinemacılarda, Fransız “yeni dalga “akımının etkileri görülmeye başladı.
Palle Kjaerulff-Schmidt doğaçlama tarzı filmler çekmeye başladılar.1962’de aynı yönetmenin çektiği “Weekend” bu filmlerin en belirgin örneklerindendir.
Aynı süreçte Henning Clarsen ve Theodor Chiristensen işlere politik tavırlarını yansıtmaya başladılar.
İsveç’de ve Danimarka’da açılan yeni sinema okulları piyasaya taze kan gelmesini sağlamaya başladı.
İsveç’de Bo Widenberg, Vilgot Sjnöman, Jonas Cornell, Jan Torell uluslararası sinema platformuna çıktılar.Jan Torell 1971’de çektigi “The Emigrants” ve 1972de “Unto a Good Land” filmleriyle Liv Ullmann’ı dünya sinemasına armağan etti.
1980’ lerde artık İskandinav Sineması, dünyaya açılmıs bir çok filme ortak yapımcı olmaya baslamıştı.
Bu çok genel tanıtımdan sonra bir iki konuya daha yakından bakmak gerekir diye, düşünüyorum. Bunlardan biri Ingmar Bergman: Dünya sinemasına ciddi boyutta damgasını vurmuş bir sinemacı. Uzun uzun filmlerinin adlarını sıralamak yerine yaptığı filmlerin, yaptığı döneme nasıl damgasını vurduguna dikkat çekmek isterim, bir de “Kadın Filmleri” nin hiç de kadın yönetmenlere has bir şey olmadığının en iyi kanıtlarından biri olduğuna…
Bergman savaş sonrası toplumun bunalımlarını bireyler üzerindeki etkisini (o yıllar İsveç intihar olaylarının en yüksek olduğu ülke idi)
Daha sonraki yıllarda kadınlardır konusu.Kadınları sever,merak eder,kadınlardan yanadır hep tavrı…
Sinema dilini durmadan arayarak yeni ve farklı diller geliştirerek, anlatacağı her filmin uslubunu tam da anlatacağı ile örtüştürerek ama kendi tavrından hiç uzaklaşmadan bıraktığı miras, dünya sinemasının en büyük kazançlarından biridir.Gerçek bir yakın plan ustası olan Bergman’nın unutulmaz filmlerinden birkaçını saymadan geçemeyeceğim.“Sessizlik”,”Yaban Çilekleri”.Yedinci Mühür “Fanny ve Alexander”, “Persona”,”Bir Evlilikten Manzaralar”…
İkinci yakından bakmak istediğim konu ise, haliyle “dogma”ve Lars Von Trier…
Lars Von Trier’in birçok fobisi olduğu bilinir, başta uçuş korkusu… Kendisi bu halini şöyle açıklıyor.”Aslında herşeyden korkuyorum. Korkmadığım tek şey film çekmek!”
Dogma 95 Amerikan sinemasının hegemonyasına karşı yapılmış bir avangard sinema akımı. Bu akımın yaratıcıları Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring.
1998’ den bu yana, Türkiye dahil dünyanın birçok ülkesinde bu yöntemle çekilmis yaklasık 80den fazla film var.Dogmanın kurallarından bazılarını sıralamakta yarar var:Film şimdi ve burada geçmelidir.
Stüdyo çekimleri yapılmaz. Sahne donanımı ve setler dışarı taşınmalıdır
Kamera el kamerası olmalıdır.
Film renkli olmalıdır, özel ışıklandırma kullanılmaz.
Optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
Film gelişigüzel aksiyonlar içermemelidir,öldürme, silahlar vs. asla bulunmamalıdır.
Tür filmleri kabul edilemez
Film formatı 35 mm olmalıdır.
Yönetmen jenerikte belirtilmemelidir.
Ben yine bayıldığım filmlerini sıralayıp lafı bağlıyayım.Sinema mevsimi geldi de geçiyor!!! Sinemasız kalmayın …
Danser in the Dark
Idiots
The Kingdom
Dogville
9 Mart 2010 Salı
Seni çektiğim filmlerden çok seviyorum derdi
Yaşam ve ölüm. Hiç vazgeçmeden sevmek ve terk etmek zorunluluğu: Çok ağır. Üstelik sevgisini sonsuz sunmayı 'yaşamak' olarak kabul eden bir kadın için, kaybetmek çok ağır olmalı... Belki de bu yüzden hiç konuşmadı, konuşamadı. 14 yaşında tanıdığı, uzun yıllar 'ağabey' dediği, yıllar sonra karşılaşıp âşık olduğu ve 32 yıl birlikte yaşadığı Atıf Yılmaz'ı kaybettiği günden bu yana, hep sustu. 5 Mayıs'ta gidişinin ikinci yılı olacak. Deniz Türkali için Yılmaz, belki fiziksel olarak yok ama aslında hep yanında. "Hani kolun kesildiği zaman onun ağrısını hissedermişsin. Aslında yok ama ağrıyı hissediyorsun, böyle bir şey," diyor. Deniz Türkali evliliğinde hiçbir zaman alyans takmamış ama Atıf Yılmaz gittiği gün, onun parmağından alyansını çıkarıp kendi parmağına geçirmiş. Birkaç kez çıkarmak istemiş, çıkaramamış. "İnançları vardır insanların. Meleklere inanırlar, şeytana inanırlar... Ben de buna inanıyorum. Benim için Yılmaz var! Galiba Yılmaz'ın gitmiş olduğuna ikna olmadım. Çünkü öyle hissettiğim anda 'yaşama imkânı yok' diye düşünüyorum. 30 yıl sonra sevdiğin erkek, ya da kadın elini tuttuğunda için titriyorsa, aşk devam ediyordur. Yılmaz'da bu hiç bitmedi ki... Hâlâ da bitmedi..." diyor.
Asansördeydik. O sırada aklımdan sadece şu cümle geçiyordu: "Tanrım, Atıf Yılmaz ile öpüşüyorum." Pardon, "Tanrım, Yılmaz Ağabey ile öpüşüyorum."
Aşk, aklı başında insanın deli hali. Aşk denilen şeyin her zaman harlı olabilmesi için de senin bunu üflemen lazım.
Yılmaz çocukluğumdan beri çapkın bir erkekti. Benimle evlendi diye başka biri mi olacaktı? Hayır.
Nikâha gideceğimiz gece, sabaha kadar ağladım. "Artık kocam olacaksın, sevgilim olmayacaksın, en yakın arkadaşım olmayacaksın," diye. O da söz verdi: "Söz veriyorum, kocan olmayacağım."
Yılmaz yalan söylemeyi hiç beceremezdi. O kadar beceriksizce yalan söylerdi ki her seferinde yakalanırdı.
Kaç sene birlikte yaşadınız?
32 yıl.
Onunla tanıştığınızda çok gençtiniz değil mi?
Nasıl değişti?
Aslında hep yaşam doluydu. Son anına kadar. Ama şu değişti, insan hayatına bakışı, dünyaya bakışı, kadın-erkek ilişkilerine bakışı son dönemde inanılmaz törpülendi. Törpülenmeyen yönlerinde de "Haklısın ama bu kadar," derdi. Gördüğüm en genç erkek oydu benim için.
Siz Atıf Yılmaz'da neleri değiştirdiğinizi düşünüyorsunuz?
Neydi o gerçek sorunlar?
Aranızda aslında bir kuşak farkı var.
Yılmaz Ağabey'den Yılmaz Koca'ya...
Bu iş nasıl Yılmaz Ağabey'den Yılmaz Koca'ya dönüştü
Ne zaman evlendiniz?
Kaç yaşındaydı Zeynep evlendiğinizde?
Babanız ne dedi peki bu ilişkiye?
Size nasıl hitap ederdi?
O da mı istemedi?
Oyunculukta neden star olmak istemediniz?
Koruyucu kanatları hiçbir zaman hapsedici olmadı mı?
Size mutlaka okur muydu senaryolarını, fikrinizi sorar mıydı?
Böyle konuştuğunuzda kızıyor muydu?
Ama aynı evde yaşıyordunuz?
Hiç kıskanmadı mı sizi? Çok güzel bir kadınsınız.
Atıf Yılmaz'la birlikteyken mi?
Şimdi terapiye gidiyorsunuz...
Atıf Yılmaz artık hayatınızda yok...
O gittikten sonra ne oldu?
Yalnızlıkla baş etmek zor mu?
Hiçbir duygusal ilişki yaşayamadınız mı o gittikten sonra?
Siz ölseydiniz, onun hayatı nasıl olurdu?
Sizin için nedir aşk?
Rüyalarınıza giriyor mu ?
Deniz Türkali ile Kediler Üzerine
Konuşankedi Elif, Deniz Türkali ile Beyoğlu’ndaki ofisinde mırrlaştı.
Yıllardır anneanne-anne-kız kedilerinizle birlikte yaşıyorsunuz. Onları tanıyabilir miyiz?
Yıllardır anneanne-anne-kız kedilerinizle birlikte yaşıyorsunuz. Onları tanıyabilir miyiz?
Bir söyleşinizde ‘Kimse için fedakarlık yapmıyorum. Onun yerine istediğim gibi planlarımı yapıyorum, kendim için’ dediğinizi okumuştum. Bu bana kedisel bir tavır gibi geldi. Ne dersiniz?
Kızımda 2 kedi var. Zeynep çocukken çok istemişti kedi ama bir hayvanın sorumluluğunu taşıyacak gibi değildi. Ben de göze alamadım, hem Zeynep hem de bir hayvan. Zeynep sonradan, ‘Yıllarca bu kadar istedim kedi alalım diye’ söylendi. Sen gidince ihtiyaç doğdu dedim.
Küçükken bahçeli bir evde oturuyorduk ve bir sürü kedimiz vardı. Her zaman hayvanları seven biriydim ama bu sevgi düşkünlük derecesinde olmadı hiçbir zaman. Sadece severdim. Kedilerle özel bir ilişkim başladığı zaman tüm dünyaya yönelik algılamam değişti. Daha önceden de insan merkezli dünyanın ne kadar yanlış olduğunu biliyordum ama kediler bana çok şey öğretti. Artık korktuğum bazı küçük hayvanlardan da korkmamaya ve hatta onları sever oldum. Kedi, güzel bir öğretmen oldu bana. Eğer bakmasını bilirseniz kediden çok şey öğrenebilirsiniz.
Sizi kedide en çok ne etkiler?
Sokaktaki kedilerle aranız nasıl?
Kısırlaştırma hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tiyatro ve sinemaya dair yakın tarihte projeleriniz var mı?
Atıf Yılmaz’ın yöneteceği Eğreti Gelin’in çekimleri Mayıs’ta Kastamonu’da başlayacak. Hala senaryo üzerine çalışmalar devam ediyor. Projeyi Tarık Günersel getirmişti. Çok hoş bir proje. Dolayısıyla aceleye getirmek istemiyoruz. Belki filmde bir rolüm olacak.
Tiyatro yapmayı, aklımı kaçıracak kadar çok özledim. Benim mesleğim, tiyatro oyunculuğu ama 2 yıldır prodüktör olmanın getirdiği işleri yapıyorum. Ve ne yazık ki tiyatro oyuınculuğumu çok sekteye vurdurdu bu ama en kısa zamanda sahneye çıkacağım. Bir sürü projem var. Televizyonda da en son Hürrem Sultan’da oynadım.
Cats’i gördünüz mü? Öyle bir müzikalde yer almak ister miydiniz?
Siz bir kedi olsaydınız, nasıl bir kedi olurdunuz?
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Deniz Türkali:
Filmleri: Düş Gezginleri, Adak, Gece Melek ve Bizim Çocukları, Seni Kalbime Gömdüm, Dul Bir Kadın, Arkadaşım Şeytan, Tatlı Betüş (TV).
Tek kişilik oyunları: İyi Bir Yurttaş Aranıyor, Küçük Sevinçler Bulmalıyım, Herşey Satılık, Kutsal Aile, Cadılar Zamanı ve son olarak Amerikalı yazar Scott Fitzgerald'ın karısı Zelda’nın hayatını anlatan, Selim İleri'nin yönettiği "Hoşçakal Zelda".
4 Şubat 2010 Perşembe
GIAN MARIA VOLONTE
Tamamen raslantı; elimde kumanda, asabi asabi kanaldan kanala zap yaparken birden karşıma çıktı. 1960-70 hatta 80 li yılların bence tartşılmaz en iyi oyuncularından biri, belki de birincisi… Yalnız İtalya’nın değil, Avrupa’nın en iyi on oyuncusundan biri Gian Maria Volonte.
Uzun uzun yaşam öyküsünü anlatmak değil amacım.1960-70 li yılların, yani İtalyan Sineması’ nın bence altın çağı. Bir bakıma yine bence, Avrupa’nın da politik hareketlilik açısından “altın çağı”!!!
Gençlik hareketlerinin yükseldiği, sol partilerin kıpır kıpır olduğu “68 liler” adlı bir kuşağın dünyaya damgasını vurduğu yıllar. Devrim fikrinin sınırlarının genişlediği, herkesin umutla yeni bir dünya hayalininin peşinde olduğu yıllar. Avrupa’da sinema almış başını gidiyor. İtalyan Sineması’nda “neo realizmo” sonrası birbirinden ilginç birbirinden güzel sıkı politik filmler çıkıyor. EloPetri, FrancescoRosi, Marco Bellocchio,Damiano Damiani İtalyada o yıllarda sinema dedin mi, ilk akla gelenler.Gian Maria Volonte İtalya’nın Laurence Olivier‘i onların vazgecilmezi...
Beni televzyona kilitleyen Damiano Damiani’nin (Italyan Komünist Partsinin kurucularından Palmiro Togliattinin damadi)”Quine Sabe” adlı filmi. Yanılmıyorsam Türkçe “İstiklal Kahramanları” adıyla oynamıştı.
Film Genc Amerikalı bir CIA ajanıyla, bir haydutun (Volonte)“dost”luğunun öyküsüydü...
Gian Maria Volonte’nin oyunculuk dersi sayılacak oyunlarından biri....Klaus Kinski’ nin de rol aldığı film, neredeyse her karesi ile aklıma yer etmiş, özellikle olağanüstü finali...
“La classe operaia va in paradiso”Isci sınıfı cennete gider” Elio Petri’nin tabii ki Volonte ile çektiği filmdeki işçi Lulu Massa karakterini görenlerin unutması ne mümkün.
O yılların sinemasından söz etmemin, nostalji olarak algılanmasını kesinlikle istemem. Ancak özgürlük mücadelesi içinde sanat cok daha yaratıcı oluyor. İçi boşaltılmış “özgürlük” sözcüğü bazen gerçek anlamını kaybediyor. Para’nın egemenligi her yaratıcı fikri biraz törpülüyor şöyle ya da böyle...
Geçenlerde Cem Mansur çok keyifli, heyecan verici konserlerinden birinin konser öncesi sohbetinde (yoksa Stand up mı demeliyim!) söyle bir anektod anlattı:”İtalya tarihi yaklaşık bir mücadele tarihi devamlı baskılara karşı mücadele ile oluşan bir tarih. Orta cağın karanlığı ardından rönensans. !! Dünya sanatına damgasını vurmus yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler, heykeytraslar.
İsviçre tarihi ise pek sakin ! Oradan çıkan ise, “Guguklu Saat”!!! Zengin bir ülke ne de olsa, tuzu kuru sanatla falan pek işi olmuyor.!!!
Gian Maria Volonte’den buraya nasıl geldin diyeceksimiz. Inanın kolayca... Sinema, tiyatro oyunculuk gercek gönül veren kafayı takan o islerle ve tabii dünyayla derdi olanlarin işi..
Gian Maria Volonte tam da böyle biriydi. Böyle bir oyuncuydu.
Son derece saçma ve aptalca buldugum “Çağına tanıklık ekmek”le yetinenlerden değildi o. “La Terra Tremadogru anlayanlardandı...
Mauro Bolognini’nin “La vera storia di Margaret Gautier” “Kamelyalı Kadının Gerçek Yaşam Öyküsü” , filminde Margaretin babası,Marco Bellocchio’nun ”Sbatti il mostro il primo Pagina” Canavarın resmini ilk ilk sayfaya koy” daki “demokrat “ kisvesi altında Fasistlerle işbirliği içindeki Gazete yöneticisi ..”Size bir; şeyler çağrıştırıyor mu?”
“ Sakko e Vanzetti “deki Nicola Vanzetti ...”Caso Mattei” deki Mattei.unutulmaz oyunculuk dersleri..
Bir film neler düsündürüyor insana; itiraf etmeliyim ki o dönemin her kendini bilen genç kızı gibi ona ben de biraz aşıktım... Aramızda kalsın olur mu?
Artık konuyu biraz daha bilgilendirme hafıza tazelemelere yöneltelim;
Cinecitta,yani italyanın Hollywood’u 1937de Mussolini nin onayı ile kurulmus.Maksat “Milli sinema”!!!
İtalyan sinemasını dönemlere ayırmak mümkün.”Beyaz Telefon” dönemi. Hollywood gişe filmleri taklidi... Kalitesiz ancak İtalyan sineması üzerinde hâkimiyet kurmuş.
“Cinema” dergisi ki yöneticisi Vittorio Mussolini (evet bildigimiz Mussolininin oğlu)cevresinde sinema yazar ve elestirmenleri ki aralarında Lucchino Visconti,Michelangelo Antonioni, Guıseppe de Santis de var. Ancak onlar bu Telefono Bianco nun egemenligine muhalifler... Bu gişe filmleri yerine, sinemanin, yüzyıl başındaki “gerçekçi” yazarlara yönelmesi gerektiğini düşünüyorlar.
Dünyada “yeni gerçekcilik”’in gündeme gelmesi 1946de Roberto Rosselin’nin “Roma Citta Aperta”filmiyle oluyor. Savaş sonrası ilk film... Ardından 1948de Visconti’nin Giovanni Verga’nın romanından uyarladıgı “I Malavoglia’sı geliyor.”La terra trema””Yer Sarsılıyor”
adıyla oynayan ünlü film.
Neorealistlerin Fransız Realizmo Poetico akımından etkilendikleri bir gercek... Nitekim Antonioni olsun, Visconti olsun Jean Renoirla devamlı ortak çalışma içinde olmuşlar. Yenigercekçilik akımının etkileri Fransız “Nouvelle Vague” “Yeni Dalga” akımını derinden etkilemişti, hatta tetiklemişti bile denilebilir. Ayrıca Amerikan Dokümanter film akımında, Polonya Sinema Okulu’nda etkisi büyüktür. Bazı sinemacılara göre, Dogma95 de de etkileri görünür.
Deniz Türkali
Ayşe Arman'ın Deniz Türkali İle Yaptığı Röportaj
20 yaşındaydı, Londra'da tiyatro eğitimi alıyordu Bay Ernesto'ya tosladı. Penceresinin altında gitar çalıp serenat yapan o İtalyan, kızı Zeynep'in babası olacaktı. Deniz Türkali İtalyanca, Bay Ernesto İngilizce ve Türkçe bilmiyordu.
Ne zaman ki Deniz Türkali İtalyanca öğrendi, ayrıldılar. Atıf Yılmaz aile dostlarıydı, 14 yaşından beri tanışırlardı. Yılmaz Abi derken, Atıf Yılmaz sevgili eşi oldu. 20 yıllık beraberliğin sonunda geçenlerde yayınlanan bir röportajla Türk halkı, ayrılmış olduklarını öğrendi. Ve Atıf Yılmaz ‘‘Dönerse zil takıp oynarım’’ diyordu. Gazetecilik zor zanaat, karşındakine ‘‘Peki ne diyorsun?’’ diye sormak gerekiyor. Ama Deniz Türkali de kolay lokma değil, önce röportaj vermek istemedi. Sonra da aşağıda okuyacağınız kadarını anlattı. O sıkı bir oyuncu. Ve tabii ki oyunlarıyla gündeme gelmek istiyor. İlişkileriyle, eski kocalarıyla değil. Eğlenceli bir kadın, farklı bir kadın. O iri mavi gözleriyle insanı hem sımsıcak sarabilir, hem de bir kaşık suda boğabilir. Yakında da meslektaşımız olacak. Açıklamadığı bir yayın organında köşe yazacak. Yine de bir kıyak yapıp, en uzun röportajını benimle yaptı. Bakalım ben yeni oyununu sahnelediğinde onunla röportaj yapacak mıyım?
İnsanın bir gazete röportajıyla, terk ettiği eve davet edilmesi nasıl bir şey? a) Arkadaşlarımın yüzüne bakamadım b) Utanmış gibi yapıp aslında memnun oldum c) Ay bu adam da delirmiş dedim...
Hiçbiri! Bunca oyun oynadım, konser verdim, albüm yaptım, film çektim, hele geçen sene Zelda'yı oynarken ‘‘Ay n'olur bir röportaj yapsınlar’’ diye öldüm. Öldüm ama kimse yüzüme bakmadı! Ve şimdiki manzara: İnsanlar kuyrukta. Komik tabii. Tecavüz kaçınılmazsa, arkana yaslan ve keyif almaya çalış demişler, ben de öyle yapıyorum, eğleniyorum.
Atıf Yılmaz aynı şeyi billboard'la yapsaydı, şehrin her tarafına ‘‘Beni affet Deniz. Eve geri dön!’’ yazdırsaydı, tepkiniz farklı mı olurdu?
Hakikaten bu olup biten bana Japonca gibi geliyor! Algılayamıyorum. Şaka zannediyorum. Bunlar çok mahrem şeyler. Beni ilgilendiren seneye ne oynayacağım. O zaman benimle röportaj yapılacak mı? Oyunum tanıtılacak mı?
Hiç mi romantik bulmadınız?
Sadece eğlenceli. Ama o kadar.
O BENİM YILMAZ ABİMDİ
Yoksa Atıf Yılmaz, aile sırlarınızı ifşa etti diye sinirlendiniz mi?
Aile kavramına, kutsallığına inanmam ki. Zaten çok fazla ‘‘kutsalım’’ yok. Çok da hoş gördüğüm bir kavram değil aile. Ailem, benim seçtiklerim: Dostlarım, arkadaşlarım. Onlarla ilgili de konuşmam. Biri yakınımsa, o yakınlık onunla benim aramdadır. Tartışırım, itişirim, kakışırım ve bunu da sadece bir başka arkadaşıma anlatırım. Gazeteciye anlatmak aklıma dahi gelmez. Zaten kimsenin de ilgisini çekmez diye düşünürüm.
Ama çekti...
Diyorum ya, tuhaf!
Aşkın reklamı olur mu? Reklamla aşk olur mu?
Şimdi, hayatlar reklam, reklamlar hayat! Olur mu diyorsan, oluyor. Ama benim de bünyem bunu kaldırmıyor.
Tam da bunu soruyorum, böyle hissederken, bir sabah, insanın kendisini herşeyin ortasında bulması... Nasıl bir şey?
Yine de, ‘‘Bana dönerse zil takıp oynarım’’ lafına gülmez mi insan? Bu adamın güldürme yeteneği hep var mıydı?
Atıf Yılmaz mizah duygusu gelişmiş bir adamdır.
Aşk, ilişki, evlilik, ayrılık, birleşme, tiyatrodan daha mı fazla ilgi çekiyor? Ve bu durum, Genco Erkal gibi sizin de mi moralinizi bozuyor?
Moralim bozulacağı kadar bozuldu zaten. Ama geçen sene daha bozuktu. İnsanlar neden oyunuma ilgi göstermedi diye kahroldum. Hani gelirsin beğenmezsin, ‘‘O kadar kötü oynamışsın ki, bu ne rezalet!’’ dersin, ben de tartışırım seninle. Çünkü oyuncuyum ben ve bir mesleğim olduğuna göre, hayatımı değil işimi konuşmak isterim!
Sizce terkettiğiniz eşinizde görülen sendrom neyin göstergesi a) Yetmiş yaş b) Gündeme gelmek c) Çaresizlik d) Bir tür ağız ishali
Hiçbiri. Aslında içten olduğunu düşünüyorum. Yılmaz, röportajda olduğunu düşünmez. Eğlenceli eğlenceli konuşmuştur. Gazetede görünce de dehşete düşmüştür. Öyledir Yılmaz...
Atıf değil Yılmaz deniyor öyle mi?
Eee çünkü o benim Yılmaz Abi'mdi!
O ne demek?
Babamın arkadaşıydı Yılmaz. 14 yaşından beri tanışıyoruz. Her şeyimi bilir. Aile büyüyüğüm sayılır. Ona çok uzun süre Yılmaz Abi dedim. Flört etmeye başladıktan sonra bile. Ağız alışkanlığı işte.
Şebnem İyinam'ın röportajında o kadar hoş şeyler söylemişti ki size dair, başkalarının kadınlık gururu okşanabilirdi...
Ne münasebet! Yılmaz'ın beni çok sevdiğini ben zaten biliyorum. Bunu bir de gazeteden okumam mı icap ediyordu?
Uzun evliliklerde ne oluyor? İlişki neye dönüşüyor?
Annem babamdan 50 yıllık evlilikten sonra boşandı. Aşkın bittiği gerekçesiyle. Genellemelerden hoşlanmam ama şöyle bir gözlemim var: Kadınlar daha cesur. Hayatlarını, yalnız başlarına, çok daha rahat sürdürüyorlar. Erkekler için zor. Yalnızlık onları korkutuyor. Ayrılabilmek için başka bir kadına aşık olmaları gerekiyor. Yaşamını tek başına sürdürmek için ayrılan erkek sayısı az...
Sizce Deniz Türkali nasıl tanınıyor? a) Atıf Yılmaz'ın karısı b) Vedat Türkali'nin kızı c) Nevi şahsına münhasır bir oyuncu.
Birinin kızı, birinin karısı olarak değil, bir oyuncu olarak tanındım. Buna çok dikkat ettim. Pek çok insan Yılmaz'la evli olduğumuzu bile bilmiyordu. Hatta, aramızda yirmi yaş fark olduğu için beni onun kızın zannedenler bile olurdu.
Çok flörtçü bir adamla evli olmak nasıl bir duygu? Siz de öyle misiniz?
Flörtten ne anladığınıza bağlı! Rahmetli Mina Urgan bana ‘‘Fingirdeksin kızım!’’ derdi. Ben sadece erkeklerle değil, hayatla flört ediyorum.
O nasıl oluyor?
Hayata karşı kışkırtıcı olmak, hayatın seni kışkırtmasına izin vermek, açık olmak, meraklı olmak, düş kurmak, düşlerini aramak... Hayatımın en büyük aşklarından birini, itiraf ediyorum ki, kedilerimle yaşıyorum. Biliyorum, bu kedi muhabbeti iyice baydı artık, her konuşan kedisine, köpeğine aşık, ama n'apim öyle, on yıldır Fıstık adlı bir kedim var, ölüyoruz birbirimize. Onunla yaşadığım dargınlıkları, küskünlükleri, barışmaları, bir anlatsam... Hakikaten aşk! Ondan söz ederek ağzımın suyu akıyor, dişlerim kamaşıyor. Bu da hayatla flörtün bir parçası işte. İnsan merkezli dünya beni delirtiyor. Bütün kış düşünü kurduğum Bozcaada'ya gidiyorum yazın. Işıkların olmadığı bir yerde yemek yiyoruz. Sonra denize giriyoruz. O yakamozlar... O yakamozlar mı yıldız, sen mi yıldızların içinde yüzüyorsun? O zaman ‘‘Bu nasıl büyük bir şans’’ diyorum kendi kendime ‘‘Burada olmak, yaşamak, hayatla flört etmek...’’
NEFRET EDERİM STATÜKODAN
Yirmi küsur yıldan sonra boşanmaktan korkanın kadın olması gerekirken, siz neden toplumun dengesini bozuyorsunuz?
Toplumun dengeleri bozulmak için var! Bir de neden yirmi küsür yıldan sonra boşanılmayacakmış! Gençlerde tuhaf bir yanılgı var: Kendilerinden büyüklerin hakları yavaş yavaş geriye alınmalı. Onların aşık olmaması gerekiyor, onların boşanmaması gerekiyor. Yok ya! Nefret ederim satükodan!
İyi de başka birine aşık olabilecek miyim diye korkmaz mı insan?
Bunun hesabı yapılmaz ki! Başkasına aşık olabilecek miyim olamayacak mıyım? Statükoyu bozabilecek miyim bozmayacak mıyım?
Toplumsal tepkilerden hiç korkmaz mısınız?
Valla hatırlamıyorum korktuğumu. Ama tabii hapse girmek, işkence görmek istediğimi söyleyemem. Ama benim de ayıp kavramlarım var.
Ne onlar?
Mesela özel hayatımın uluorta konuşulması çok ayıp geliyor. Hakikaten utanıyorum. Ama hayatım zaten başkaları adına utanmakla geçti! Çok kötü bir oyuncuyu seyrederken de utanırım. Mahvolurum. İnşallah, ona baktığımı görmemiştir diye başka tarafa bakmaya çalışırım.
NE ZAMAN MI ZİL TAKACAĞIM
Artık korktuğunuz ne kaldı? Başarısızlık, ilgisizlik, aç ya da açıkta kalmak, geleceksiz olmak...
Öyle korkularım yok benim. Beni korkutan dünyanın hali. Açlık grevlerinde ölen arkadaşlarım, onları tanımıyorum ama hepsi arkadaşım. İnsanlara ve hayvanlara yapılan zulüm beni korkutuyor. Kedime bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Bir de tabii bir gün oyun oynayamayacak hale gelmek. Sesimi kaybetmek. Görememek. Hep önlem alıyorum bu yüzden: Kötürüm olursam şarkı söylerim, gözlerim kör olursa kör alfabesi öğrenirim gibi!
Kızınıza verdiğiniz en önemli öğüt nedir?
Eğitime inananlardan değilim. Benim için önemli olan adalet duygusunun olması. Kızım Zeynep'e de onun kızı Ceren'e de anlattığım budur. Onların sorduğu her soruya, ‘‘Ben böyle düşünüyorum, ama başkaları farklı düşünebilir, siz kendi doğrularınızı kendiniz bulacaksınız’’ diye cevap veririm. Benim hayatımda zaten onaylamadığım otoriteler var. Dolayısıyla ben kimsenin hayatında otorite olmak istemem. Çocuklara güven aşılamak önemli. Ama bu da öğretilecek şeyler değil, birlikte yaşanılarak ediliniyor.
Peki bir çocuk şunu bilmek istemez mi, arkadaş değiliz sadece, o aynı zamanda benim annem!
Doğru. Böyle bir hata yaptım ben. Kızım beni hala arkadaşı zannediyor. Üstelik Ceren de öyle zannediyor. İkisi de farkında değil, birinin annesi ötekinin anneannesiyim! Bu sözcük de hiç hoşuma gitmiyor!
Son soru: Atıf Yılmaz ne yaparsa siz zil takıp oynarsınız?
Çok güzel bir film çekerse... Neden olmasın, zil takıp oynarım!
TÜRKİYE'NİN MRS. ROBİNSON'U OLACAK
Önceki oyunlarıyla medyanın ilgisini çekememekten şikayet eden Deniz Türkali, yeni projesiyle sadece medyanın değil herkesin ilgisini çekmeyi başaracak. 60'ların kült filmi ‘‘The Graduate’’, yeni mezun genç bir öğrenciyle olgun ve deneyimli bir kadının ilişkisini anlatıyor. Geçtiğimiz yıllarda ünlü isimler tarafından tiyatroya da uyarlandı. Şimdi de Deniz Türkali, Kathleen Turner'ın oynadığı bu iddialı rolle Türk izleyicisinin karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Yeni mezun gencin rolünü Ozan Güven'e teklif etmiş. Onu yetenekli ve hoş buluyor. Tek derdi oyun sahneleninceye kadar Ozan'ın yaşlanmaması..!
DENİZ’İN VASİYETİDİR
Açıklamak istiyorum ki, uygulamaya mecbur kalsınlar! Hem insan bir kere ölüyor: Girit Adası'na götürüleceğim. Orada bir sal hazırlanacak. Salın üzerine yatırılacağım. Üzerimde beyaz bir elbise olacak. Yüzüm açık kalacak. Her tarafımda çiçekler. Üzerime içkiler dökülecek. Ve sal denize itilecek. Derken herkes elindeki ateşli okları fırlatacak. Ve ben denizin ortasında yanmaya başlayacağım... Bu bir film sahnesi aslında. Ama benim vasiyetim olmasında da bir sakınca yok!
YUNAN SİNAMASI / Deniz Türkali'den Sinema Üzerine
Babam hapisten çıkmış. Yesilçam’ın ünlü ''hoca”sı olmuştu, ben herhalde 14 yaşlarındaydım. Dünyalar kadar sevdiğim büyükbabam bize gelmisti. 80’ine yakındı. Beni sık sık sinemaya götürür ve her öpüşme sahnesinde “baska iş yoktur !!!”diye, küçümser beni güldürürdü. Büyükbabamın anneanneme aşık olması ve nice zorluklarla ancak 12 yıl sonra evlenebilip ama zifaf gecesi nedendir bilinmez, yatağa girer girmez uyumuş olması bizi eğlendiren hikayelerdendi. Kendisine neden böyle yaptığı sorulunca “acelesi yoktur” demesi ise ayrı bir eğlence konusuydu. Büyükbabam doktordu; iyi bir cerrahtı ve benim dünyada en sevdiğim kisiydi…Konusmayı söktükten sona (yaklaşık 9 aylıkken!) bütün “anneee” diye ağlayan çocuklara inat “büybabaaa “diye ağlamam herkesce şaşkınlık ve biraz da kıskançlıkla anlatılır…
Daha sonra Yunanistanın Filiz Akın’ı AlikiVuyuklaki filmleri gelmeye basladı. Türkiye’ye ama ben artık sinemayı farklı (!) değerlendirmeye baslamış, tabii ki o Aliki Vuyuklaki filmlerini küçümsemeye başlamıştım bile!!!!(Nice sonra Aliki Vuyuklaki’nin ne kadar önemli bir tiyatrocu ve solcu ve hatta Komünist olduğunu ögrenecek ve yüzüm yerlere geçecekti !!!)
Yunan sinemasını yazarken bu sefer her zaman yaptığım gibi uzun uzun sinema tarihi kuruluşu gibi ansiklopedik bilgiler yerine, bu sinemanin benim açımdan etkilerini ve sırası gelsin gelmesin uçuşan çağrışımlarından söz etmek istiyorum.
Costa Gavras’la baslayalım. Benim Gavras Sinemasıyla tanışmam “Z” yani “Ölümsüz” filmiyle oldu. 1969 yapımı bu film Grigoris Lambrakis adlı solcu bir politikacının (Yves Montand) ölümünü araştıran bir yargıcın devlet görevlileri tarafından nasıl engellenmeye çalışıldığının hikayesidir. (Birden bu anlatımın “Z” filmini, hiç de ifade etmediğini fark ettim. Ancak bir film yalnız hikayeden ibaret değildir, bildiğiniz gibi…)
Film Albaylar Cuntasi döneminde çekilmiş ve aynı yıl “En İyi Yabanci Film “ Oscar’ı almıştı.
Gavras daha sonra “L’Aveu” “Itiraf”, filmini çekti. Yıl 1970, yani Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakyayı işgalinden iki yıl sonra …Stalin döneminin baskıcı uygulamalarını anlatan bu filmed, yine Yves Montand oynuyordu. Gavras belki de ünlü Fransiz Sinema okulu IDHEC’e gitmeden önce okuduğu hukuk nedeniyle ya da babasının tescilli komunist olması nedeniyle “adalet “meselesini takıntı etmiş bir yönetmen (benim favorilerimden biri de O dur.) Nitekim daha sonra çektigi “Sıkıyönetim” “State of Siege”. Uruguayda baskıcı hükumetle işbirliği içinde olan işkenceci Don Mitrion la birlikte Tupamaros’ca kaçırılan Amerikan Sefirini, yine Yves Montand oynayacak ve adalet yine sorgulanacaktı…Yıl1973… “Missing” “Kayıp” adli film de Silide darbeden sonra oğlunu arayan babanın “Jack Lemmon” ve kayıp oğlanın karısı “Sissy Spacek” in öyküsü yine “adalet” sorgulaması içerir.Bu film Cannes de “Yılmaz Güney’in senaryosunu yazıp :Serif Gören’in çektiği “Yol” filmiyle birlikte Altın Palmiye almış, aynı yıl en iyi adaptasyon Oscarı da yine “Missing “”Kayıp” filminin olmuştu. Gavras, politik filmlerin yanısıra savaş filmleri yaparken kara mizahı sık sık kullanıyor, olayları gerilim atmosferinde vermeyi büyük bir başarı ile sürdürüyordu.Gavras zaman zaman kendi yaşadıklarından da çıkarak dünyayı, gizli tutulmaya calısılan olaylara fokuslamayi, ozüne uygun bir sinema diliyle aktarmayı basariyordu.
Politik sinemadan söz etmisken; şunu unutmamak gerekiyor ;politik filmlerin dili, estetigi birbiriyle en ufak bir benzerlik taşımıyor. Eğer bir örnek vermek gerekirse; bence en carpıc örnek Gavras ve Angelopulos arasında belirginleşir. Angelopulos’un sineması da politik sinema iken, dilleri ve anlattıkları hikayeler birbiriyle kıyaslanamayacak kadar farklıdır. Angelopulos’un flmleri “Gezgin Oyuncular”(Travelling Players) “Avcı”(The hunters), “Ulysesse’ Gaze”(Ullysse’in Bakisi) sinema diliyle tamamiyle kendine özgü bir ifade tarzı vardır.(Biliyorum, Angelopulos' dan bu kadar az söz etmek ayıp, ama ben Gavrasciyim!!!) Başka zaman artık…
Başlıkta adını saydığım oyuncu Irene Papas yine benim favori oyuncularımdan. Son derece dramatik (ve tabii Elenik ) bir yüz yapısına sahip olan Irene Papas’I “Z” de “Zorba”’da , Elektra’ da görenlerin unutmasına imkan yok. Uluslararası üne kavusmasını Elia Kazan ile tanısmasına borçlu oldugu söylenir. Ama ona asıl ününü, “1961 de çektigi “Navaron’nun Topları “ filmindeki direnisçi kız Maria Pappadimos getirmisti. Eski Yunan Tragedyalarının vazgeçilmez oyuncusu, baktığınız zaman yüzünde kimi zaman Antigone’yi kimi zaman Elektra’yı, kimi zaman Medea’yı görebileceğiniz bu kadın, benim hayatta gördüğüm en dramatik, en çarpıcı ifadesi olan oyunculardan hatta kadınlardan biri. Pardon biri değil, en çarpıcı ifadesi olan oyuncu.
Dereceye giremeyen arkadasımızı “Bu kosullarda film seyreden juri’ninasla saglıklı bir karar veremeyecegini söyliyerek teselli etmeye calıstık. Ama bu konuda pek basarılı oldugumuz da söylenemez.
Haa bu arada yukarda söylemeyi unuttum.; Irene Papas’ın Marlon Brando’la ask yasadıgını biliyor muydunuz!!!!!!
Deniz Türkali
8 Ocak 2010 Cuma
Deniz Türkali'den Roma'ya Mektup
Sen benim için belki İstanbul kadar sevdiğim,İstanbul kadar birlikte yaşanılası yerlerden birisin. Seninle çok değerli, eğlenceli ,zaman zaman çok acıklı anlar yaşadık.
İlk karsılasmamız güneşli bir kış günüydü.Yeni evlenmis, Londra'dan İtalyan eşimin (doğal olarak İtalyan !) ailesiyle tanışmaya gelmiştim. Stazione Centrale (Merkez İstasyonu)n’ dan taksiyle Leur istikametine giden yolda boynumu, seni iyice görebilmek için yaklaşık 360 derece döndürme becerimle Ernesto’da (İtalyan eşim!) şeytan oldugum kaygıları uyandırdığımı hatırlıyorum!
Geçmişin ,yaşadıkların,Romus ve Romulus kardeşlerden,Neron’a,Neron’dan Sezar’a,Sezar'dan Mussolini’ye ne kadar kanlı diktator sana egemen olmuşsa da, onlardan sana kalan en baskın miras “Hedonizm” olmuş! Kıymetini bil !
Yıllar sonra Zeynep (kızım)bir yaşlarındayken onu “marsupio”(kanguru) suna koyup, sabahın köründen akşam saatlerine kadar sokaklarını arşınlamam, “Piazza d’Ispania”(İspanyol Merdivenleri) da Zeyno’ya çıplak ayaklarla yürüme öğretme gayretlerimin, eve dönünce çocuğu “Villa Borghese” de gezdirdiğimi sanan kayınvalidemin, ikimizin leş gibi ayaklarına bakıp baygınlıklar geçirmesine neden olmasını nasıl unuturum. Ama seni tanımanın tek yolu buydu. Sokaklarında yürümek ,en güzel espressoyu hangi Bar’ın ,en güzel Pizzayı hangi fırının yaptığını keşfetmek.
Uzun uzun senin nasıl sanat ve kültür şehri olduğunu anlatacağımı sanırsan yanılırsın.O herkesin şahane bulduğu heykeller (ki tabii ki şahaneler) değil beni çarpan, senin herşeyi verip bunu bir marifetmiş gibi sunmayan yanın. (Laf aramızda Floransa’nın tam tersi!!!)
Daha sonra “Kutsal Aile” oyununun provaları icin Dario Fo ve Franca Rame ile çalışırken, yeni bir oyun çıkararken tek başıma yaşadığım o sancılı günleri bir tek seninle paylaşmamı,ağlaya ağlaya sokaklarında dolaşmamı ,gecenin bir saatinde hep tek başıma Fontana di Trevi (Trevi Cesmesi)ye kendimi atıp kurtulma istegimin komikliğini (suyun yüksekliği 30cm.!!!) bir yandan ağlayıp bir yandan gülerken iyi ki bu fikrin aklıma (kendimi suya atma fikrinin!) Lungo Tevere’de yürürken(Tiber nehri kıyısı) gelmedigine şükretmemi nasıl unuturum!
Birkaç yıl önce Yunanistan'dan “ Romaya gitmezsem ölürüm” duygusuyla kendimi önüme gelen ilk uçağa atıp sana kavuşmamı, dört gün yaklaşık günde sadece iki saat uyuyarak her köşeni adım adım gezip hasret gidermemi, geçen Yılbaşı benzer bir krizle “Yılbaşında Positano’da olmalıyım!” deyip dönüşte artık İtalya'da gerçek bir “STAR” olan Serra’nin(Yılmaz) “Çabuk buraya gel! “ komutuyla Positano'dan apar topar sana gelmemi nasıl unuturum. Bir yılı geçti, ayrıyız. Ama en kısa zamanda kendimi senin şefkatli ve eğlenceli kollarına atacağım. Ve unutma böyle bir aşk mektubunu senden başkasına yazamazdım herhalde …yok hayır… sana yalan söyleyemem…yazarım … hele Roma - Napoli arası ucakta tanışamadığım, adını bile bilmedigim o Daniel Auteulle’ benzeyen adamı bulursam, bak ona yazabilirim! Şaka şaka Roma! Bekle beni…
DENİZ TÜRKALİ
Türkiyeye döndükten sonra bir sure Milliyet Yayınları'nda yayın danışmanlığı daha sonra Milliyet gazetesinde habercilik yaptı.
1980' de asıl mesleği olan oyunculuğa döndü. Bir yandan tek kişilik oyunlarını oynarken diğer yandan şarkı söylemeye devam etti. Radyoda program yaptı. Televizyonda Sinema proramında sohbetler yaptı. Sinema ve TV filmlerinde oynadı. Film senaryoları yazdı. Film müziklerini seslendirdi.Tiyatronun yanı sıra Kabare programlarında oynadı. “Beyoğlu” dergisinde köşe yazıları, “Kriter” dergisinde Avrupa Birliği ülkeleri sinema tanıtım yazıları yazdı.
“Şehvet” adlı bir albümü var. İlk evliliğinden olan kızı ise, ünlü pop müzik şarkıcısı Zeynep Casalini' dir.
SENARYOLARI
Mine
TV DİZİLERİ
Dudaktan Kalbe
Kabuslar Evi (Onlara Dokunmak)
Düşler ve Gerçekler
Damatlık Şapka
Peki Olur Şekerim
Çemberimde Gül Oya
Hürrem Sultan
Herşey Aşk İçin
Safiyedir Kızın Adı (Müzikli Oyun adaptasyonu)
Deniz Gurbetçıleri
Tatlı Betüş
FİLMLER
Eylül Fırtınası
Ayışığı Sonatı
Gece Melek ve Bizim Çocuklar
Düş Gezginleri
Arkadaşım Şeytan
Dul Bir Kadın
Seni Kalbime Gömdüm
Adak
İbo ile Güllüşah
TİYATRO OYUNLAR
İyi Bir Yurttaş Aranıyor (Tek Kişilik Müzikli Oyun)
Küçük Sevinçler Bulmalıyım (Tek Kişilik Müzikli Oyun
Herşey Satılık (Tek Kişilik Müzikli Oyun)
Kutsal Aile
Dallar Yeşil Olmalı
İnsan Sesi (İtalyanca)
Evita (Müzikal)
Cadılar Zamanı
Kamelyalı Kadın (Müzikli Oyun)
Kuklacı
Müzikaldeki Hayalet (Müzikli Oyun)
Çalıkuşu
Pazar Günkü Cinayet)